top of page
Ara

Nâle Devri

Bir varmış bir yokmuş... İşte, Anakaya’daki hikâyeler ve de masallar, ekseriyetle bu sözlerle başlardı. Zîrâ her biri, muğlak bir başlangıcın şavkında yeşerip mahzun bir gölgenin pençesinde nihâyetlenirdi. Tıpkı hayat gibi. Söz gelimi, Cahârinli mutasavvıflar, yaşamı, aydınlıkla karanlığın birbirini kovaladığı, bitmek bilmez bir savaş olarak görürlerdi. Onlara göre, mutlak aydınlık, insanı hakîkate sevk ederdi. Ulvî karanlıksa kötülüklerin beteri, cehâletin âzâmı idi. Hattâ, denirdi ki Çöl Toprakları, bir vakitler cehâletin, yobazlığın ve şenaatin yuvası iken o diyâra, bu muhteşem karanlık hâkimdi. Lâkin Sultan Cahârin Han Hazretleri, güneyden çıkagelip Çöl Toprakları’nı fethettiğinde burası medeniyetin beşiği olagelmiş; bu nedenle de diyârın kurucusuna, “Şems-i Felevât”, yâni “Çöllerin Güneşi” denmişti.

Diyâr-ı Cahârin’in, nam-ı evvel Andûlosîan’ın güneyinde, Anakaya’nın batısındaki Numon Krallığı’nda ise güneş bâki lâkin bu kor yürekler, nefs-i emâreye sâki idi. Kraliçe Valâonar’ın yatağı, yanı boş değildi belki ama gönlü, derin bir hezîmet içerisindeydi, haraptı. Ve günden güne, kalbi, tutuşan kurumuş otlar misâli ivedilikle ve görkemle yalımlanıyordu. Yüreğindeki zümrüdî ormanlar, memleketi Tourâlossîan’ın müstesnâ bostanlarını kuşatmış ıtırlarla ve burcularla bezeli bu heybetli ormanlar, peyderpey yangının istenmedik ve beklenmedik kurbânı oluyordu âdeta. Ve heyhat, o koskoca hisarda, yüzlerce hizmetkârın dört döndüğü, nedîmelerin ve asilzâdelerin ikâmet ettiği şu Numon Hisarı’nda, yoktu yarasına merhem olacak bir tek kişi. Gerçi, O’ndan gayrı da kimse söndüremezdi ya bu ateşi.

Tourâlossîanlı Hûnorların biricik kızı, bu güzeller güzeli ve latifâne Numon Kraliçesi, izdivâcından evvel bahçelerin, bostanların, koruların ve derelerin eşiğinde başıboş gezinir, vâlidesi Nyanôr Hanım’dan öğrendiği üzere, pek mârifetli ve zeyrek bir biçimde arp çalardı o kırlarda. Numon Krallığı için mûsîkî demek, arpın hoş ezgilerini içselleştirmek, özümsemek demekti. Öyle ki Ghal-gammalıların “çeng” deyip iyi ruhları efsunladığını ve kötü tinleri de def ettiğini söylediği bu arp sazı, cümle Güney Anakaya’daki asilzâdelerin baş tâcı idi. Nam-ı evvel Andûlosîan’da her nasıl ki kânûn çalmaya kâbil bulunmayan bâkireler, zevce olarak kabul edilmiyorsa güneyde de genç hanımların arp çalmayı öğrenmesi, onları evlilik yolunda ileriye götüren bir etkendi. Gerçi, Kraliçe Valâonar, mûsîkîye, şiire ve edebiyata, bu vesîleyle ve bu uğurda iptilâ olmamıştı. Onunkisi sâhici bir merak ve derûnî bir arzuydu. Onu dâima kederli, gamlı ve gâile dolu hislere iten, yüreğindeki kıyâmetlerin müsebbibi olan Kral Heron etmişti ulu melikeyi sanatın mahkûmu. İlkin zât-ı şahâneleri taht kurmuştu kalbine. Aşkından serden geçmiş, esrimişti kraliçe. Ancak kral oralı değildi pek. Kraliçe de o hayal kırıklığını ve hüsrânı, işte bunlar vâsıtasıyla kılıyordu canlı. Bu sâyede teskinliyordu gamzede hayâtı. Fakat ne çâre, kralın gönlü ona düşmedikçe?

Numon Kralı Heron, esâsında pek alçakgönüllü, zekî, sâdık, sözünün eri, müşfik ve sevecen biri olarak bilinirdi. Ancak ne var ki, Tanrı Mourgôn Hazretleri, ona devâsız bir dert, geri dönüşsüz bir huy, illet bahşetmişti. Aslında, Kraliçe Valâonar, biricik kralıyla evlenmeden önce biliyordu onun mâşuku bulunduğu şer hisleri ama ümit işte... Mourgôn’a mütemâdiyen yalvarmış, yakarmıştı. Kral onu sevsin, bir güncük içten ona değer versin, onun biriciği ve vazgeçilmezi olabilsin; uğrunda şiirler, şarkılar yazılsın ve bir tek onda bulsun saadeti diye. Fakat nâfile... Hepsi nâfile idi. Kraliçe, kimileyin tapınaklarda, mâbetlerde Tanrı’ya dualar etmiş; uğruna mumlar, tütsüler yakmıştı. Bâzı vakit de Korulular gibi çâreyi kayın ve söğüt dallarına bağlanmış çaputlarda, derelere saçılmış arzuhallerde aramıştı. Ghal-gammalı falcılardan, Arssîanlı efsunculardan ve Korulu cadılardan dahi medet ummuşsa da kralı, sevdiği yâverinden, şu Numon’un körpe ve yakışıklı civanmerdinden ayrı koyamamıştı. Onun krala duyduğu saplantılı, ebedî bağlılık neyse kralın, o yosma herife duyduğu da oydu heyhat.

Kraliçe, Heronîan makamlı bir yır çalar ve söyler iken Mourgôn’un kargıdığı habis ruhlar gelmiş, onun zihnini ziyâret etmişlerdi. Belki de bu ruhlar, Numon halkının aralarında fısır fısır söyleştiği üzere kraliçenin bitmek bilmez, garip gurebâ âyinlerinden ve dahi âdetlerin mütevellit dadanmıştı başına, Mourgôn bilir. Nitekim, Kraliçe Valâonar, bir karar almıştı. Kral kocasının halvet eylediği şu tüysüz oğlanı, önce everecek ve sonra da Şehr-i Numon’dan sepetleyecekti. Düşünmüştü ki şâyet sevdâlandığı şu oğlan yitip giderse gözü belki de gayrı onu görür olurdu, kim bilir? Hülâsâ, Kraliçe Valâonar, sâdık hizmetkârlarını huzuruna çağırıp derhal bir tezgâh kuruverdi. Ardındansa bilfiil harekete geçildi. Evvelâ, Kral Heron’un yâveri Peron’a, kralın onu azlettiği haberi verildi ve oğlancağız, Numon Hisarı’ndan kapı dışarı edildi gizli saklı. Akabindeyse Peron, kraliçenin uygun gördüğü varsıl bir beyin kızıyla evlendirilmek üzere, meyhânelerden birinde yakalanıp zorâki başyalvacın huzuruna çıkarıldı zîrâ bu izdivâca mâni olmak isteseydi Mourgôn’un günahkâr saydığı ghalî, heranôr yâni oğlancı olması gerekçesiyle önce hadım edilecek, sonrasındaysa ömrünü başyalvaç çıraklarından olmaya, dîne adayacaktı. Bu nedenle, başka bir çâresi kalmamış, krala da daha ulaşamamıştı. En nihâyetinde, başyalvaç, oğlanla kızın nikâhını Tanrı’nın huzurunda kıymış ve kraliçe, onları alelacele güneydeki Eski Ada’ya yollamıştı.

Bu esnâda, Numon Krallığı, kuzeydeki Kıyı boylarıyla mücâdele vermekte olduğundan kral, ilkin hasekîsinin yokluğunu fark edememiş ancak kuzeye sefer düzenleneceğindeyse onun noksanlığı ilişmişti gözüne. Kral, bunu hışımla sual ettiğinde, ona gencin sâri bir hastalık kaptığı ve nezârette olduğu söylenmişti. Bu işittikleriyle başından aşağı kaynar sular dökülen Kral Heron, aklı Şehr-i Numon’da kalakalmış vaziyette mecbûren kuzeydeki Karaşehir’e doğru yol almıştı kâfilesiyle. Orada Kıyılı boylarla cenk ederken ise ağır yaralanmış ve Karaşehir muhâsarası, Numonluların mağlubiyetiyle sonuçlanmıştı.

Şehr-i Numon’da, krallığın kalbindeyse Kraliçe Valâonar, güneydeki Eski Ada’ya doğudaki Tumor Krallığı’nın saldırdığını duyduğunda pek telaşlanıvermişti. Üstüne üstlük, kralın yaralandığı haberi de ulaşınca büsbütün buhranlara hapsolmuş, yılmaz bir hülyâlı tavır zuhûr etmişti içinde. O, günden güne eriyip biterken kral, çaşıtlarından işittiği felâketle birlikte, derhal Eski Ada kuşatmasına dâhil olmak üzere, yaraları az buz onduktan sonra yola çıkmıştı. Amma velâkin Kral Heron, henüz Eski Ada’ya varıp karısının oraya gönderdiği sevdiceğine erişemeden kahredici bir haber almıştı ulaklarından. Demişti ki genç ulak: “Yüce majesteleri, Peron Bey, ne yazık ki Tumor Kralı Âleon tarafından öldürülmüş. Başınız sağ olsun.”

Kral Heron, işte o vakit, zamanın durduğuna, kâinatın kendi merkezince döndüğüne ve yüreğindeki ateşin, beklenmedik boranlarla söndürüldüğüne tanık olmuştu. O an, öyle bir kal gelmişti ki ona, nefes almayı, düşünmeyi, konuşmayı, dimdik ayakta durmayı ve dahasını unutmuş gibi olmuştu. Tüm hayâtı, yaşadığı mutluluklar ve acılar, birdenbire dîdelerinin önünde tecelli olmuş, bir başkasının vücûdunda peydâ olmuş gibi izlemişti olup bitenleri. Bîtap düşmüştü. Sendelemişti. Kadırgalardaki erler, komutanlar, beyler, kim vardıysa gerçek bir kralın gerçek çöküşüne şâhit olmuşlardı bu vesîleyle. Esâsında, halk arasında dedikodusu dönmüyor değildi. Arkasından gulamperest diye sövüp huzurunda dalkavukluk eden az değildi. Amma işte o anda herkesler görmüştü gözlerindeki hüznü, gâileyi, acıyı, korkuyu ve nefreti. Ve idrâk etmişlerdi bu çöküntüye vesîle olan yitmiş âşığın hissîliğini.

Kral Heron’a Eski Ada haberini verenler, hisardaki tecessüs düşkünü sıçanlar olduğu gibi, kralın başdüşmanı Âleon’a, Heron’un zaafını salık verenler de işte aynı sıçanlardı. Hisarlarda, kalelerde, saraylarda mutlakâ örümcekler, sıçanlar, fâreler, sürüngenler ve omurgasızlar barınırdı. Bunlar öyle mahlûklardı ki bir gün önlerine ekmekleri konmasın, cepleri akçeyle dolmasın; o vakit, en büyük düşman kesiliverirlerdi sâhip ve sâhibelerine. Ekmek bilmez nankörlerdi işte bunlar. Ve krallıklarda, hanlıklarda, boylarda ve dahasında, bu habislerden bolu yoktu gayrı.

Eski Ada, Numon’u da Tumor’u da püskürtüp gâlibiyet elde edince Kral Heron, korkunç bir ketumluğa ve sükûnete kapılmış o Numon Kralı, geri çekilip başkente dönmeyi talep etmişti. Tumor’dan ve Eski Ada’dan alacağı öç, tüm diyârı titretecekti ancak şimdi, tek istediği şey münzevî bir hayattı. Yalnız kalmaya, dinlenmeye, düşünmeye, idrâk etmeye ve acısını yürekten yaşamaya ihtiyâcı vardı. Ve belki de tahtını, saltanatına oğullarından birine devretmeye...

Diğer yandan, Kraliçe Valâonar, tüm bu yaşananları işittikten sonra, daha da nefes alamayacağını, yaşamanın beyhûde bir hal aldığını anlamıştı. Şu hayatta en çok korktuğu şey, uğruna mûsîkîler, makamlar icrâ ettiği; kâtibâne yazılar dikte ettiği, şiirler söylediği, gözyaşları döküp dualar ettiği adamın, ona ebedîyen yüz çevirmesiydi. Ve bunu tecrübe etmeye ne yüreği ne de rûhu dayanırdı. O nedenledir ki kraliçe, ardında şiirler, yazılar ve mektuplar bırakıp cihandan ayrılmak ve Mourgôn Hazretlerinin eteğine yüz sürmek için harekete geçmiş, kendini hususî dâiresinde kalınca bir urganla asmıştı. Son düşüncesi eşi, son sözleriyse “Affet Tanrı’m!” serzenişi idi.

Kraliçenin ölü bedeni, pencereden vuran mehtâbın ışığıyla büsbütün aydınlanırken rûhuysa kapkaranlık gölgelere karışıp müsvedde varaklarındaki çizgilerden farksız bir hiç oluvermişti. Böylece, Valâonar’ın memnuniyetsiz, aşksız ve bedbaht hayatı; feryatların, iniltilerin çağı, yâni Nâle Devri de son bulmuştu.


64 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

HASTANE

Naif Savaş

Yeşil -3

© Copyright
bottom of page