Ve bir gün dedim kendi kendime
“Sanırım amacım kendi rengimi zamana serpiştirmek.”
Her zaman kendi kendime kim olduğumu soruyorum, neden yaşadığımı... Ve evet yaşayamamak çok ürkütüyor beni. Hayır, “ölüm”ü kast etmiyorum sadece, “yaşayamamak” benim ödümü koparıyor. Zamanın beni bir gün girdabına alacağını biliyorum elbet ama ya daha gitmeden zamanın gidabına, kendi girdabıma kapılıp gidersem? Ya yaşamayamazsam, yaşamayı ertelersem hatta reddedersem? Veya öldüğümde yaşayamamış olursam? İşte bu çok daha dehşet verici.
Çok miniğiz biz dostlarım, gerçekten çok küçüğüz. Öyle küçüğüz ki çok büyük şeyleri alamıyor mantığımız, çok küçük şeyleri ise var olmalarına rağmen görmüyor gözlerimiz. Büyük olduğunu zanneden akılcıklarımız diğer kişileri küçük gösteriyor bize. Anlam aramak da çok zor, bu kadar şeyi anlayamayan bir akıl ile. Kendimizi bulmak da, bu kadar şeyi göremeyen bir göz ile. Ve ben belki gözlerim açılabilir diye sorguluyorum sürekli. Kim olduğumu soruyorum sanki paletten bir renk seçiyormuş gibi. Ama çok yanılmışım, çok yanlışmışım başından beri. Çoğumuz gibi ben de kim olduğumu sorguladığımı zannederken kim olmam gerektiğini soruyormuşum kendime. Hangi renge bürünmem gerektiğini düşünüyormuşum, kendimi fırçaya sürüp tuvalde görmem gerekirken. Ben herhangi bir renge bürünmemeliyim aslında, benim bir rengim olmalı. Bir rengi göstermeden onu sadece tanımlarla anlatamadıkları gibi ben de tanımsız olmalıyım. Ve benzetememeliler beni hiçbir şeye. Sıfatlarım ben olmamalı, beni tanımlamamalı.
İşte insanlar olarak bir rengiz aslında; özgün, tanımsız ve benzersiz. Üzerimize yaşam ışığı vurunca doğarız spektrumun bir yerine. Üzerimizdeki ışığı görmezsek herkesle aynı sanarız kendimizi. Hepimiz doğar, yaşar ve ölürmüşüz gibi. Ancak rengini fark eden insanlar anlarlar yaşamının, zamanının biricik olduğunu ve o olmazsa spektrumda onun renginden olmayacağını.
Ben ise yaşam amacımı; rengimi tablonun üzerinde görmek, palette öylece kuruyup gitmemek olduğunu zannediyordum. Ancak eksikmiş bu dostlarım, sınırlandırmışım yaşam amacımı; aynı gökkuşağını yedi renkten ibaret zannettiğim zamanlar gibi. Benim amacım kendi rengimi zamana serpmekmiş aslında; daha da genişletmeliymişim amacımı, aynı bir sıcak hava balonu gibi. Genişletmezsem nasıl uçabilirim ki? Var olma amacımı nasıl gerçekleştirebilirim? İşte ben de rengi olmalıyım çiçeklerin, kuşların ve en önemlisi yıldızların. Belki bir yıldızın rengi olursam milyarlarca yıl sonra teleskoplarıyla görürler benim yaşadığımı ve evren kadar sonsuz olurum. Eğer bunları yapmazsam yaşamamın ne anlamı olur ki? Yaşamanın anlamı aslında bir havuz gibi; dışarıdan nokta gibi görünen ama derinliği sonsuz olan... Bu yüzden birçoğumuz atlamıyor bu havuza boğulmaktan korktuğu için ve yaşam sadece bir nokta olarak kalıyor, içimize nüfuz etmiyor. İşte aslında budur yaşayamamak; ölüm olduğunu düşündüğümüz için yaşama atlayamamaktır.
Peki nasıl nüfuz ederim zamana, rengimi nasıl yayarım? Düşünmelisin dedi bir ses içimden. Merak etmelisin, düşünmelisin ve öğrenmelisin. Yukarı bakıp yıldızları, aşağı bakıp atomları, en sonunda kendine bakıp imkansızı hatırlamalısın. Sen Homo Sapiens’sin, düşünen insansın. Uçamazsın ama uçmayı düşleyebilirsin ve en önemlisi düşlerini serpebilirsin gerçekliğe. Her şeyden anlam çıkarabilirsin anlamın kendisinden başka... Damlanın içini bilirsin ancak okyanusta yaşarsın. Çünkü Homo Sapiens’sin sen, düşünmektir senin işin ve düşünmek sana bir bilineni birçok bilinmeyenle, bir kesinliği birçok çelişkiyle getirir.
Ve evet hepimiz Homo Sapiens’iz dostlarım. Türümüzün rengi ışığın rengi olmalı, her birimiz binbir rengini saçmalıyız zamana bir anda. Çünkü unutmayın dostlar, zaman bize yaşamı ömür gibi görünen tek bir an için getirir.
Comments