top of page
Ara

Kapkaranlıklar ve Bir Sandalye

Ablak bir yüzü yok karanlığın

Öyle şerli şerefli kimselere de dadanmaz

Hayatları kendi kadar ırgalamaz karanlık

Işk demişler, şimdi aşk diyorlar, ne çıkmış ki

İşin nihayetinde tekrar tekrar bulacağın şey

Kapkaranlıklar ve bir sandalye


Her odanın ruhunda bu son yatar

Her odada sonlu bir gövdenin sahibi ruhlar

Ve olmayan gözlerimiz

Akıllarında bir sandalye

Kemiklerinde inildeyen

Biteviye bir kırmanın izleri

Eğer ki bir geceyse hafızanın tarlasını süren

Onmaz ağırlığıma halel getiren geceyse

Ürkmemek lazım, çünkü rahatız karanlığa uzanmakta

Resmimiz, garazımız, oyulmuşluğumuz

Ve olmayan gözlerimiz

Bol boluna yankılanıyor

Ve bir ses içimde, ama dâim içimde

Çatallanıyor, bulduğu her yankıya körlemesine

Sokulup yaklaşan çobanlar gibi

Görünendir, çobanlar dellenmiş


Hayat sürmek sundurmalar görmektir kimisine ama bir elma bahçesi insan elini ne kadar kesebiliyorsa kessin çünkü 15 eli paralanmış adam evin tek sobalı odasında uyurken-ki sıcaktır oda ve kulağagirenler hem sıcağı hem karanlığı sever-artık bir parça ürpermeliyim galiba.


Eski çarşıya dikelmiş fikirleri yok karanlığın

Var mı der çok da eskiliği kalmamış onlarca esnaf

Ama o zaman babamın dükkanındaki satılmayan ayakkabılar

Ve dernek binalarının su almış bodrum katları

-kuyu temeldir belki ta başında girmiştir su ve bir daha da tükenip kaybolmaz kolon içlerindeki cılız cansız demirlerden-

Borçlar bazı kapatır çorbanın buğusunu

Bazen dükkanımızın camları bir daha buğulanmaz olur

Ve kırağı bir sancı gibidir, ellerim kesiklerle dolmazdan önce

Soğuk yanığıdır kıpkızıl

Bunda da “fakat”lık bir sevindirikçe hal var yine de

O ayakkabılar çocukların tepinmekli ayaklarına çok güzel oldu işin açığı

Koşturu koşturuversinler artık

Eski çarşı esnafından babama karanlık


Sahici bir tarzdan şaştığı yok karanlığın

Sevdiğim o, ondan bile öfke görmeye dayanırlığım

Ne de odamın sazının telleri

Ve olmayan gözlerimiz

Yok işte, beni Melih Cevdet’e anlatma

Konuşuyor ki, gözlerim böyle yaşarmazdı


Atlar, bütün tarihi ıslak gözleri anlatır

Yeryüzünde her yelenin avuçlanası vardır


Bitirilmiş bir adı yok karanlığın

Cebindeki taşların ederi, şapkasının varlığı

-Bazı bazı insan bilemez, kalakalmalıdır karman çorman.

-Kaybetmekliğim böyle kesinleşmedi mi?

Alakargaların hasta düştüğü bir rüya şimdi bu,

Ya da bir zaman, çocuk rüyalarında ipeksi kuşların gezmediği

Başımda pür ateş, sırtım titreyen dalı oluvermiş elma ağacımın

Bahçe bütün zangırtı,ve tanınmadık bir ses benden:

“Ah ki ne ah

Müntakim bu gece, bu karaltı

Göğsümde benim olmayan yumruklarla

Kanlanıyor ne olmuşsa

Neyin olmaklığı varsa 19’un bende

Ve astımlı, geçtiğini boğularak geçen bir nefesin ısıtamadığı

Kasdı belirsiz eller, ki bundan sonra kara-kırmızıdır,

Odamın eskiden gömgöktü ruhunda kemirgen bir ıslık

VE DERMEYAN GÖZLERİMİZ

Bir şeyler tarif etmekte

Andırılıyor bir anı


Yine böyle oluyor

Bir istila Anadolu’yu arşınlıyor

Aristo memleketinin bahçelerine dönüyor

Ben de elma bahçeme

Ve bir ürkü alıyor benliği

İstencim yırtılı, binbirce hatıramda yol

Göğsümde benim yumruklarla olmayan

İyi olan ne gördümse diledim

Sana gece sabaha devrilmek üzereyken, devrilmeyen bir canla.

-Ne güzelmiş, sana mı ait?

Yok yok, karanlığın.


Hayalse ya da her neyse şimdi burada olup biten

Ne kargası var ne de alaca alaca bakan kuşları karanlığın


Gök asılı, göçer

Hem asılıp ben hem göçemem.

Bir sayıklamanın ortasıyım

Kalem de bu, başka şey yazmıyor

Sandalyenin üstünde, kapkaranlıkların altında


75 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

HASTANE

Naif Savaş

Yeşil -3

© Copyright
bottom of page