23:00
Tenebris: …beğendim, beğenmesine beğendim; ama sonu yok, bu hikaye bitmiyor. Diyelim ki aranızdaki, aralarındaki yakınlık, dediğin gibi, beklenmedik; söylediğin şeyi de çok beğendim, sevmeyi hiç beklemiyordu, neden sevdiğiniyse hiç bilmiyor; saf, bir mecburiyet ya da doğa olayı gibi; anlaşılacak, anlatılacak bir şey değil, yalnızca yaşanacak, yalnızca aşk…
Lux: Filozof rolünü sevmiyorum. Ama bana şunu söyle: Son ne demek? Hikayede ne görmek isterdin, kara bir tutulma gibi telaffuz ettiğin sona ulaşmak için? Çizgiyi nerede çekeceğiz; bir şey nerede biter, ne zaman gelir sonrası?
Tenebris: Ölüm.
Lux : Ölüm… Dostum, öleceğimiz sır değil, ayıp da değil. Belki yalnız biz ölümlüyüz, belki de her şey ölümlü. Pekala, ama neden her an ölüm meleği gibi düşünelim ki? Şu çiçek solacak, o nehir kuruyacak; tenimiz parlaklığını yitirecek, sönen bir kahkaha gibi, buruşup kendi üzerimize katlanacağız. Ölüm… Diyelim ki aşk da bu yolculuğa bizimle çıkıyor (güler), biz tökezleyip o meşum çukura düştüğümüzde, köpek hachiko gibi yıllarca orada bizi, her nereye kaybolduysak dönüp gelmemizi bekliyor. Diyeceksin ki hachiko da öldü! Ama ne yapmamı istiyorsun? Anlaşıldı, hikayeyi beğenmedin, belki de bana şunu söyleyecektin: Hikayeni sona erdirmedin, çünkü biliyordun, eğer devam etseydin, aşktan geriye yalnız bir acı kalacaktı elinde.
Tenebris : Bu, senin de düşüncen değil miydi? Niye bunca zaman sakındın kendini?
Lux : Ölümden korkuyordum, her şeyin bir sonu olmasından.
Tenebris : Yani acıdan sakınırken mutluluğu ıskalıyordun…
Lux : Artık ölüme iman ettim ve hayat buldum.
Tenebris : Hayat dediğin acıklı bir andan diğerine sıçramak.
Lux : Hayır, seher vakti dağlarda güneş toplamak.
Tenebris : Onun bir gülü üç dikeni, kokusunda gizlediği bir son var.
Lux : Varsın! Ölüm gelene kadar sonsuz bir hayat var!
01:00
Eve dönmek istemiyordum, döndüm. Bu dört duvar arasında birikmek istemiyorum.
kimsesiz dört duvar içinde
tüm dünyayı küçümserim
dünya benim içimde
yağmur yağıyordu uzak tepelere
kimse yoktu bir ağaca tutundu
tanrım, geceyi yıldızsız bırak
derdi çıkışsız
beni dilsiz bırakma
kirli bir pencerenin ardında
annem beni gözlerinden doğurdu
03:45
Geceyi kahve içip kitap okuyarak geçirdim. Aklım sağa sola takılmadıkça, yani gözlerim etrafımı görmeyip bedenim hiçbir şey duymadıkça, sonradan şöyle diyebileceğim bir durumdaydım: Evet, bundan daha huzurlu bir hayat beklenemez. Zihnim, yorucu olmayan, hafif bir işlerlikte ve hayal gücüm birbirine yumuşakça bağlanan düşlerle meşgul; zamanın farkında değilim, doğrusu onu umursamıyorum; peşinde olduğum şeyin bir adı yok, bu sebeple onu bulup bulmadığımı hiçbir zaman bilemeyeceğim, parmaklarımın ucunda kadifemsi dokusunu duyacağım belki, belki de kulağımda belli belirsiz uğuldayacak yalnızca – belki. Bu adı olmayan, yavaş ama derinden bir çekimle peşinde olduğum şey, bence yaşamanın, “şu an ve burada” olmanın özü, mayası. Sonsuz ve sınırsız nesnelliğin, kimi zaman dehşete düşüren, hoyrat bir sürüklenişin içinde, bir kendini yalıtma, arınma, vicdan denen demir törpünün derin izlerinden ve sağduyunun nafile telaşından kurtulma olanağı – en azından bir gecelik.
04:00
Saat sabaha karşı dört. Konuşmaya ihtiyacım var. Hani şöyle yakın, diz dize, sakince… Tane tane, hece hece…
Muhtemelen şu an uyuyorsundur. Dışarısı serindir. Kediler, köpekler, kuşlar, böcekler, çiçekler, ağaçlar…birbirlerine sarılmış güneşin doğmasını bekliyorlardır. Pencereler içten buğulanmıştır. Dışarıda gece kokusu vardır.
Belki tam şu anda uyanmışsındır. Ama küçük bir uyanış, bir rüyanın ardından. Yatağının aşinalığını görüp rahatlıyorsun. Zihninde dağınık ve uykulu rüya parçaları, onları bir düzene, bir akışa sokmaya çalışıyorsun. Güzel bir rüya, güzel bir hava kadar güzel bir rüya. Rüya bile olsa, güzellik kendi zamanında yaşar en çok. Yorma kendini, yat. Güzel bir güne uyanacaksın.
Keşke şu an beni görüyor olsaydın. Balkonun bir köşesinde oturuyorum. Altıma bir minder, sırtıma da yastık aldım; dizlerimi kırıp sehpa yaptım. Saçlarım gözlerimin önüne düşüyor. Ayak bileklerim açıldı, üşüyorlar. Herhalde herkes uyuyor.
Bu saatleri seviyorum. Her şey daha sakin, daha cana yakın ve anlamlı geliyor. Üstelik sessiz de, çok sessiz. Ben de fısıltıyla konuşup kimseyi uyandırmamaya çalışıyorum. Hem yazıyorum hem fısıldıyorum. Sanki buradaymışsın gibi. Gizlice gelmişsin ve hiç kimsenin seni görmemesi gerekiyor. Güneş doğana kadar vaktimiz var. Hem telaşlı hem sakin, hem mutlu hem hüzünlüyüz. Sen arada bir gözlerini benden ayırıp etrafa, yaşadığım arafa bakmak istiyorsun. Eşyaları ve “bekleyenleri” merak ediyorsun. Hemen tekrar karşına geçiyorum. Bakışını tamamen kaplamaya çalışıyorum. Görme onları. Gerçek değiller. Sadece kötü bir rüya. Ter içinde, kıvranarak ve inleyerek… bir rüya. Gerçek değil, uyanınca geçecek.
Yatağımda doğrulup odamı, eşyalarımı, evimi göreceğim ve “kötü bir rüya gördüm sadece,” diyeceğim. Perdeyi aralayıp her şeyin yerli yerinde olduğunu bileceğim. Olması gerektiği gibi. Bir bardak su içeceğim ve yatağıma döneceğim, hala sıcak olacak. Zihnimde canlanmaya çalışan parça parça sahneleri oldukları gibi bırakacağım. Yeniden, gerçek bir güne uyanmak için…
Sen gözlerini benden ayırma. Arafı boş ver. Eşyaları, bekleyenleri unut. Bir tek sen gerçeksin, bir de ben. Sessizlik gerçek ve de karanlık. Gerisi bir yanılsama. Etrafa bakma. Bende kalsın gözlerin.
07:30
Metrodan indim. Ağaçlı yolda yürüyorum. Güneş doğalı birkaç saat oldu. Uykusuzluk ve yorgunluktan adımlarım birbirine dolanıyor. Kestane çiçekleri artık soldu. Gün ile gece arasında bir çizgi vardı, korkarım ki kayboldu.
Comments