Gündökümü
- Sami
- 5 dakika önce
- 3 dakikada okunur
11 Şubat
Hasta gibiyim. Üzerimde bir isteksizlik var. Öğlen iki ile akşam altı buçuk arasında Toynbee
okudum, yediden sekize kadar Puşkin’in bir şiirini(Çaadeyev’e) çevirdim. Sayımdan sonra bir
saat kadar uyudum; beni bozan da bu oldu sanırım, sabah gayet iyiydim.
12 Şubat
Saat öğleden sonra dört, yeni uyandım. Rüyamda bir öğretmen vardı. Onu bir filmin
içindeymişçesine izliyordum. Daha doğrusu bir filmin içindeydi zaten. Ben yönetiyordum, ama hemen yanı başındaydım. Sanki benimle konuşuyordu.
Bir su kenarında oturuyordu mesela, bir kedi vardı küçük bir adacığın üzerinde. “Öğretmenlik
çok iyi meslek,” diyordu, “parası iyi, sürekli çalışmak zorunda değilsin!”. Bense kendime, “Tam bir Nuri Bilge Ceylan filmi,” diyordum. Nuri Bilge Ceylan’dım. Sürekli yer değiştiriyor ve
bulunduğum yerlere değişik açılardan bakıp en iyi açıyı bulmaya çalışıyordum. Nuri Bilge
Ceylan’dım ama aynı zamanda kameraydım ve büyük ihtimalle oyuncuların konuştuğu kişiydim.
Kameradan bakınca monolog gibi görünen diyaloglarını benimle kuruyorlardı. Benim sesim
kameradan duyulmuyor, içimde kalıyordu. Rüyadayken henüz, “bunu bir öykü olarak
yazabilirim,” diye düşündüm ve baştan sona kafamda şekillendirmeye çalıştım.
14 Şubat
Sabah yok yere öfkelendim. Öfke içimde büyüdü, dokunmadım, sürdürdüm. Ama bu yıkıcı,
biliyorum. Yok yere Fuat’a çıkıştım mesela. Sonra yattım, uyudum. Uyandıkça yeniden uyumaya
çalıştım. Kafamı yastığa gömdüm, battaniyeyi başımın üzerine çektim. Uyanmak istemedim.
Öfke yüzünden telefon görüşünü de mahvettim. A. ile ruhsuzca, keyifsizce konuştum; bunu o da da hissetti, biliyorum. Telefonu kapattıktan sonra konuşmuşlardır, canı sıkkın, demişlerdir. Hiçbir şey yapamadım.
Hala öfkeliyim; şekil değiştirmiş, yalnızlığa dönüşmüş bir öfke.
***
K. bu gece yola çıkacakmış. Telefonda üç kelime zor ettik. Neden böyle? İnsan diyecek bir şey bulamaz mı? Bir film önerdim, hal hatır sordum, iyi yolculuklar diledim, bu kadar.
***
Biraz önce F.’yi uyandırmaya gittim. Işık girsin diye kapıyı aralık bırakmıştım. Ranzasının
başına astığı havluları aralayıp hafifçe seslendim, omzuna dokundum. Hareketlenip yüzünü
dönünce, “Hadi kalk, saat altı,” dedim. Birden gülümsedi, öyle sebepsizce, “Biraz daha
uyuyayım,” dedi. Kapı aralığından sızan ince bir ışık demetiyle aydınlanan yüzü hala gülüyordu; belki de henüz uyanamadığı bir rüya sebebiyle.
19 Mart
Dün kapalı görüşe geldi A. Beklemiyordum, sürpriz oldu. İlk başlarda durgundu, konuşkan ama durgundu, aklında başka bir şey olduğu belliydi. Ondan bundan bahsetti, şunun selamı var bunun selamı var… Sonra üniversite sınavı konusunu açtım; beraber okuyacağız, aynı üniversitede öğrenci olacağız, hatta bu sene başlarsan beraber mezun olacağız, dedim. Güldü. Camdaki kocaman lekeyi gösterdim. Kaba örgülü kazağının dokusu ince ceketinin üzerinde dalgalar gibiydi. Birbirine vuran iki metalin sesi gibi bir süreklilik içinde birbirimizi anlıyor ama bir şey yapamıyorduk. Telefon bozulmuş numarası yaptım; dudaklarımla konuşuyor ama havayı içimde tutuyordum; sadece yüzünde küçük bir telaş belirene dek…
13 Mayıs
Geceyi kahve içip kitap okuyarak geçirdim. Bu esnada, aklım sağa sola takılmadıkça, yani
gözlerim etrafı görmeyip bedenim hiçbir şey duymadıkça, sonradan şöyle tarif edebileceğim bir durumdaydım: Evet, bundan daha huzurlu bir hayat beklenemez. Zihnim, yorucu olmayan, hafif bir işlerlikte ve hayal gücüm birbirine yumuşakça bağlanan düşlerle meşgul; zamanın farkında değilim, doğrusu, onu umursamıyorum; peşinde olduğum şeyin bir adı yok, hatta bu sebeple, hiçbir zaman onu bulup bulmadığımı bilemeyeceğim, parmaklarımın altında kadifemsi bi yumuşaklık duyacağım belki – belki… Bu adı olmayan, yavaş ve derinden bir çekimle peşinde olduğum şey, bence yaşamanın, şu anda ve burada olmanın özü, mayası. Sonsuz ve sınırsız nesnelliğin, kimi zaman dehşete düşüren, umursamaz bir sürüklenişin içinde, çaresizce aranan bir kendini yalıtma, arınma ve vicdan denen demir törpünün derin izlerinden ve sağduyunun nafile telaşından kurtulma olanağı – en azından bir gecelik. Yoksa, yanlış mı düşünüyorum: Cennet denilen ütopya, bir sorumsuzluk hali, değil mi?
9 Haziran
Hayali anılar. İmgelemin anıları.
15 Haziran
…yaratıcı bir zihnin aldığı asıl zevk, görünüşte baskın bir genellemedense görünüşte aykırı bir
ayrıntıya bahşedilen hükümranlıktır.
23 Haziran
“Ev”deyim. Saat sabah beş. Bozdağların ardından güneş doğuyor; balkondayım, Baby
kucağımda yatıyor. Uzaktan bir horoz sesi ve çepeçevre keskin martı çığlıkları…
Henüz güneş görünmedi ama ortalık iyiden iyiye ağardı. Altı yıl sonra evde uyandım.







Yorumlar