Derin bir sükût içinde güneş yola çıkarken dünyanın öteki tarafına, meraklı ve kadim dostu ay onu takibe koyulmuştu. Bulutların ise gözyaşları üşümüştü sadece. Onların hüznü gökyüzü alemine keder getirirken çoğu naçizane insan evladına ise istemsiz bir gülümseme kondurmuştu. Ancak bu neşe, herkesin yüzüne yerleşebilecek kadar cömert değildi. Bir eviniz, ocakta kaynayan çorbanız varsa bu tebessüme kucak açabilirdiniz. Aksi takdirde payınıza düşen ancak acı bir gülümseme olabilirdi. Bu sözün gerçekliğine meydan okurcasına gülümseyen minik bir kız, yarı çıplak vücuduyla etrafını seyre dalmıştı. Bu tohumun filizlenebileceği bir saksısı hiç olmamıştı. Çevresinden duyduğuna göre annesi kendisine doğum yaparken göçmüş, babası ise eşinin kahrından bu hayata dayanamayıp canına kıymıştı. Ortada ne ev ne bark, adeta soğanından kopmuş bir gül yaprağı gibi bilinmeze savrulmaktaydı minik Pervin. Elinde kalan, yuvam diyebileceği tek parçası babasının kefeninden kopardığı bir bez parçasıydı. Yağan kar, yaşıtlarına coşku getirsin Pervin’in ten rengi ona ölümü hatırlatırcasına elindeki kefen parçasına çalmaktaydı. Bacakları kesikler içerisinde kalmış, yer yer morarmış çıplak ayaklarıyla günlerdir süren mide ağrısını bastırmak için çeşmeye doğru yola koyuldu. Çeşme başına vardığında ihtiyar dostu Mırmır’ı oluktan su içerken buldu. Mırmır, beyaz tüylerini kaplayan kirden kürkü grileşmiş yaşlı bir kediye benziyordu. Uğradığı evde tanrı misafiri sayılan, girdiği muzip hallerden ihtiyar ismini taktıkları bu kedi kimin evine uğrarsa o ev şenlenir, sonraki gün ise “İhtiyar bize uğradı“ şakaları yapılırdı ahali arasında. Pervin, Mırmır’ı çok severdi. Çok da sağlam dostlukları vardı. Bir gün Mırmır, ağzında parmak kadar balıkla evin penceresinden fırlayıp şiltenin ardına saklanmıştı. Bir yaygara kopup kapıdan dışarıya; tombulca yanakları olan kocaman gözleri ve kısacık boyuyla bir kadın fırladı. Kediyi bulamamanın hiddetiyle Pervin’in üstüne yürüdü ve salyalar saçarak:
-“Yemin olsun o şeytanın yerini söylemezsen seni şuracıkta parça pinçik ederim!“ dedi. Pervin’in dostunu satmak gibi bir niyeti yoktu. Kadının suratına bakıp dil çıkardı. Hiddetlenen cadı, oracıkta küçük kızı evire çevire dövdü. Ortalık yatışınca ağzında tuttuğu hamsiyle Mırmır, Pervin’in yanına vardı. Pervin’in babasından zamanında duyduğu ve aşina olduğu tek balık ismi mırmırdı. Bir pasaklı kediye bir de onun ağzında tuttuğu balığa bakıp; olsa olsa bu da mırmırın küçüğüdür dedi. İhtiyar, şükranlarını sunarcasına Pervin’in kucağına sokuldu ve oracıkta kardeş oldu bu iki varlık.
Avucunu açıp suya siper etse de zaten soğuk olan havayla o minik elleri bıçak gibi kesilmişti. Titreyen elleriyle çeşmeden bir yudum su alabildi. Ağlamaklı oldu. Mırmır, acıdan anlar gibi can kardeşi Pervin’in yanına vardı ve dizine sürünmeye başladı. Mırmır’ı kucağına aldı ve bütün kederini dostunun tüylü kürküne gömdü. Sarıldıkça sarıldı ihtiyara, sımsıkı bırakmadı. Bir hayal kapladı aklını. Babasının sarılışını hissetti o minik bedenine; sımsıkı kavramak istedi onu. Bu rüyayı sürdürmek istermişçesine gözyaşları süzüldü kızıl yanaklarından. Onu bu tatlı düşünden gerçeğe döndüren Mırmır’ın hareketlenmesi oldu. Belli ki bir fare kestirmişti gözüne. Kardeşi de olsa kediyidi nihayetinde. Pervin kıkırdarken kısık bir sesle uzaklaşan dostuna “Kerata“ demeyi de ihlal etmedi.
Karnı oyuluyormuş gibi ağrımaya başladı tekrardan. Hiçbir zaman tok olmamıştı ki zavallının karnı. “Acaba kötü bir şey mi yaptım?“ diye düşündü bu ağrıya kılıf ararken. Bilmiyordu ki bir haftadır ağzına bir lokma ekmek girmediğinden bu ızdırabı çektiğini! Belli,belli; ben kesin bir kabahat ettim diye geçirdi aklından. Yoksa neden insanlar yanından geçerken çocuklarını ondan gizliyorlardı? Soğuktan donmak üzere olduğu bir günde yakarışlarına neden kimse cevap vermemişti? O gün evinin yolunu tutmuş bir ihtiyar, bu kıza rastladıktan sonra acıyıp evine almıştı. O da olmasaydı kim bilir belki de ailesinin yanına göçecekti zavallı. Soğuktan baygınlık geçirmiş bir halde kapı eşiğinde yere yığılmış ölümü beklerken “Bey Amca“ dediği yaşlı bir adam tarafından kurtarılmıştı. Gözünü açtığında üzerine tezek kokusu sinmiş bir battaniye ve karşında taş ocaktaki ateşi harlayan bir adamla karşılaşmıştı. Bir an korkuya kapılsa da “Başıma daha kötü ne gelebilir ki? “ diye düşündü. Bey Amca, kıvırcık ve beyazlamış sakallarını uzatmış, gökyüzü mavisi gözlerine hüznü sığdırmış 70 yaşının hakkını verircesine doldurmuş bir amcaydı. Pervin yatağından doğrulmaya yeltenince, tek tük kalmış dişleriyle hiddetlenerek yatmasını tembihlemişti. O, çıkınından çıkardığı soğanı ısırırken Pervin’in önüne sıcak bir çorba sunmuştu. Yemek süresince hiç konuşmasalar da bu ikili, durumu garipsememişti. Pervin çorbasını soluksuz bir şekilde içtikten sonra utana sıkıla yaşlı adama adını sormuştu. Adam, iki büklüm halinden eser kalmayarak doğrulunca Pervin de heyecanlanmış; tüm dikkatini bu yaşlı adama yönlendirmişti. Bey amca ise gülümser bir edayla doğrulup yavrunun başını okşamakla yetinmişti.
Bey Amca Pervin’e çok iyi davranırdı. Ona “Kerata“ diye hitap eder, evini ve sofrasını paylaşırdı. İhtiyar, yaşının götürüsü olsa gerek biraz bunaktı. Bazı zamanlar bir yere dalar, saatlerce gözünü ayırmazdı. Bir anda irkilerek: “Şeytanlar!Şeytanlar!“ diye bir çığlıktır koparır, korkudan Pervin’in ödünü patlattığını fark edince küçük kızı güldürebilmek için binbir çeşit şebekliğe girerdi. Bu ani feryatlar belli ki yalnızca bunaklık değildi. Hayat Bey Amca’dan da çok şey koparmıştı. Bazı gelir Bey Amca ortadan kaybolur; günler geçer geri dönmezdi. Bu küçük kızın varlığından habersiz halk bu yaşlı çınarın arkasından türlü türlü uydurur; deli, bunak der alaya alırlardı. Pervin’in bu duruma canı çok sıkılır, hayatını borçlu olduğu bu adamı ezdirmek istemezdi. Her gün içinden Bey Amca bunları duymasın diye geçirir dua ederdi. Bir gün duası kabul oldu. “Ailem“ dediği, bu dünyada kalan ve kendisi insan gibi hissettiren tek varlık da bu dünyadan tıpkı ilk yemekleri gibi sessiz sedasız göçtü.
Kar şiddetini arttırırken soğuktan pul pul olmuş derisi onu bu hayalden acıyla uyandırdı. Hıçkırıklar içerisinde kalmış, bulanık gözleri görüşünü engellemişti. Elindeki bez parçasıyla gözlerini sildi. Görüşü netleşmemişti; başı dönüyordu. Çıplak ayaklarına oturan çatlak kaldırım taşlarına aldırmadan son bir gayretle harekete koyuldu. Nereye gittiğini de bilmiyordu. Adımları ve hareketi yavaşlamıştı. Farkında olmadan bir güz yaprağı gibi savruldu. Hayatı boyu kendisine sırt çevirmiş insanları tiksinerek andı. Kahvaltılarında akşam ne yiyeceklerini planlayan insanlar tarafından bir lokma ekmeğin kendisinden esirgendiği, akranları tarafından sırf eğlence olsun diye bayılana kadar dövüldüğü, sırf annesi ve babası erken öldüğü için hor görülüp “hayvan“ muamelesi gördüğü hayatı anımsadı. Ayaklarında takât, gözünde fer kalmamıştı artık. Durduğu yerde kar tanelerini incelemeye koyuldu. “Ne kadar beyazlar“ diye geçirdi içinden. Bir kar tanesi olsaydım ancak gri bir tane olabilirdim diye düşündü. Gülümsedi, diğer kar taneleri kadar beyaz olmadığına şükretti. Yere yığılıverdi. Bulutların üşümüş gözyaşları birer birer tenine değerken anladı. Bütün doğa onun için yas tutuyordu. Tezek kokan bir battaniye altında uyanmanın umuduyla uykuya daldı. Titreyen soluğu yavaşça kesilirken o minik ruhu bütün kar tanelerinden daha beyazdı.
24/10/2020
Comments