top of page
Ara
  • Nisa

Başlıksız

Kırmızı bir elbiseyle karşımda geziniyor. Kim bilir kaç bin lira harcamıştır beş para etmeyen kumaş parçasına? Kaç gece uykusuz kalmıştır o parayı kazanmak için? Kaç gece ağzından ucuz içki kokusu eksik olmayan adamların o buruşuk suratına gülümsemek zorunda kalmıştır? Oysa şu an tam karşımda bana gülümsüyor. Bir çocuk kadar narin bir o kadar da masum. Küçük ellerini hareket ettirerek bir şeyler anlatıyor. Ellerine bakıyorum. Siyah parlak bir oje sürmüş. Gözleri yine kıpkırmızı. Ses çıkaramıyorum.

“Yemeğini ye tamam mı? Bu gece eve geç gelebilirim.”

Ses etmiyorum. Gerçi zaten konuşamıyorum ama eğer konuşsam ona söyleyecek bir iki sözüm vardı. Önce ona teşekkür ederdim defalarca sesim kısılana kadar. Daha sonra özür dilerdim hıçkıra hıçkıra ağlarak. Benim suçum değildi belki ama yine de özür dilerdim çünkü bunda onun da bir suçu yoktu. Dünya korkunç bir yerdi ve biz kimsesizler dünyanın kokuşmuş lağım çukurlarında oradan oraya savruluyorduk.

Umutla bana bakarken başımı sallayabildim senelerdir verdiğim tepkiler gibi bundan sonra da vereceğim tepkiler gibi…

“Elbiseye mi bakıyorsun öyle?”

Gözlerimi kaçırdım hemen yüzünde gördüğüm kırılmış binlerce cam parçasını fark edince. Üzülmüştü. Beni bir şekilde idare ediyordu ve ben her seferinde hiçbir işlevim olmamasına rağmen onu üzüyordum. Bazen iyi ki konuşamıyorum diyordum. Sessizlik bile bu kadar can yakıcıyken kelimeler kim bilir ne kadar sivriydi?

“Bu elbiseyi fiyakalı bir iş adamı kapının önüne koymuş. Belki bana aşık olur kartopoz herif. Gerçi ağzı leş gibi kokuyor.”

Gülmeye başlarken nefesimi tuttum. Onu gülerken görmek benim için nimetti adeta. Bazen gerçek mi yoksa sahte mi güldüğünü anlayamıyordum. O kadar iyi saklıyordu ki kendini bazen onu tanıyamıyordum.

“Şimdi çıkıyorum ben tamam mı? Dikkat et. Kitaplarını masanın üzerine koydum. Ders çalışmayı unutma kurtulacaksın bu bok çukurundan.”

Son sözlerinde sesi kısılmıştı ama duymuştum işte. Kurtulacağız demiyordu kurtulacaksın diyordu. O kadar da vazgeçmişti işte kendi hayatından. Eğer elimde olsaydı bunların hiçbirini yaşatmazdım ona. Öfkeliydim. Bizi bu hale düşüren kadere miydi bu öfkem yoksa insanlara mı bilmiyordum. Gerçi bir önemi de yoktu artık bunun. Bir buz kütlesi kadar soğuktum artık her şeye. Tepkim de kalmamıştı hiç olup uçmuştu hepsi. Yaşamıyordum da işte yaşıyormuş gibi yapıyordum. Ölmek istiyordum da işte bir türlü ölemiyordum. Gözleri geliyordu gözümün önüne. Yanağında tokat izi varken gülümseyerek elimi tutup her şeyin güzel olacağını anlattığı zamanlar geliyordu. Her gece odama girip saçımı okşadıktan sonra sessizce “İyi ki varsın.” diyişi aklımdan çıkmıyordu. Keşke sevmeseydi beni. Keşke bu terk edilmiş hayatta tek başıma yaşasaydım. Belki beni bıraksa her şey daha kolay olurdu. Ona öfkelenir bir süre sonra yalnızlığı kabul edip öldürürdüm kendimi.

Kırmızı elbisesinin üzerine kabarık tüyleri olan sarı bir kürk geçirdi. Hiç sevmezdi böyle şeyleri en son benim doğum günümde sade siyah bir elbise giymişti. “İşte bu,” demişti “İşte bu gerçek ben. Benim işte. İlk defa aynadaki kadından tiksinmiyorum.”

O gün ona gülümsemiş çokça hayran olmuştum. O gece ise seneler sonra ilk defa duymasın diye elimi ağzıma kapatarak hüngür hüngür gözyaşı dökmüştüm. On altıncı yaşımdan sonra bir daha da ağlamamıştım. Çünkü o gecenin sabahına kadar düşünce bulutları üstünde gezinmiş geçmişin küf kokulu sayfalarında gezinmiştim. Her sayfada bambaşka bir duyguya atlamıştım. Son sayfada ise derin nefes almış gözyaşlarımı silmiştim. Bu dünya hiçbir şeyi hak etmiyordu. Ne bir gözyaşı ne de ağız dolusu bir kahkaha.

O çıktıktan sonra bir süre yattığım yerden tavanı izledim. Sobanın isinden kapkara olmuştu. Gerçi seneler önce boyamıştık. Bembeyaz tavan koyu gri olmuştu. Bir ara boyamayı aklıma yazdım. Boyasam ne olacaktı bilmiyorum. Tavan bembeyaz olsa nolurdu kapkara olsa ne? Yine siyah olacaktı ve ne o ne de ben engelleyemeyecektik bunu. Soba her bir odunda yine isini salacaktı. Yine tütecek yine tavana bakıp aynı şeyleri söyleyekcektim belki.

Koltuktan kalkıp mutfağa gittim. Ocaktaki kulpu kırılmış tencereye yaklaşıp kokladım. Çorba yapmıştı. Tarhana çorbası yanına da salata. İkisini bir tabağa koyup karnım doyana kadar tıka basa yedim. Yemeklerin tadı çok güzel değildi belki ama önüme ziyafet çekseler yine de onun yaptığı yemekleri yerdim. Çünkü benim için yapmıştı bunu.

Bulaşıkları da topladıktan sonra ödevleri yapmak için oturma odasına gittim. Mutfak baya soğuktu sobaya yaklaştım eğer odun atmazsam sönerdi. Hemen dışarı çıktım. Kapının önünden bir iki odun alırken bir şey oldu. Kafamı kaldırdığım gibi karşımda sarı saçlı kızı gördüm. Bana gülümsüyordu.

“Ben ödevleri getirdim. Hoca biraz rahatsızlanmış sen götürür müsün dedi.”

Başımı sallayıp yanına yaklaştım elim talaş içindeydi. Onun ellerine baktım adı gibi narindi elleri. Tırnakları bakımlıydı. Ellerime baktım tekrar. Saçlarına baktım sapsarı saçları beline kadar uzanıyordu. Pasparlaktı. Kısacık kestirdiğim saçlarıma gitti bir an ellerim sonra hemen başımı iki yana sallayıp tek elimle ödevleri aldım. Kızın suratına bakmadan teşekkür anlamında kafa hareketi yapıp hızlıca rutubet kokulu evimize girdim. Kağıtları masanın üzerine bırakıp odunları sobaya attım. Biraz olsun idare edebilirdi beni.

Tutuşmaya başlayan odunlara gözlerim daldı. Koskoca alevlerin arasında kaybolmuşlardı. Bu kadar basitti işte tutuşmak, kül olmak… Küçükken o sigarasını ilk yaktığı zamanlar sigaranın ucunu incelerdim. İlginç geliyordu. Gözünü kısıp “Ne o bunlara mı hevesleniyorsun?” diyip kafama bir iki alayla gülmüştü. Gülümsedim, o zamanlar korkuyordum ondan ama geceleri sımsıkı bana sarıldığında beni her şeyden o koruyacak gibi geliyordu. Şimdi ise korktuğum hiçbir şey yoktu. Yine de varlığı beni güvende hissettiriyordu.

Yatağın altındaki mektubu alıp sedire kafamı koydum. Yapmadığı fedakarlık kalmamış bir kere bile bunları yüzüme vurmamıştı. Hakkında kim ne der umursamaz sadece benim için çabalardı, her şeyin güzel olacağını söylerdi. Ama beni pis bir tuvaletin boş bir kabininde tek başına doğurduğunu biliyordum işte. Babamın bir tane gülle onu kandırıp sadece bin lira için onu iğrenç bir bataklığa kalbini bin bir kez parçalayarak düşürdüğünü biliyordum. Kırmızıyı sevmediğini ama her gün giymek zorunda olduğunu biliyordum. Güzel başlamayan hiçbir şey güzel bitmezdi.

Benim adım Mercan. Annem bir fahişe. Saat dokuz kırk sekizde sedirden bozma yatağımda karbondioksit zehirlenmesinden elimde annemin ağlayarak yazdığı mektupla ölü bulundum.


Bilmez misin hüzünlerin gözyaşlarını

Bilmez misin haykıran kırk dokuz yaşlarını

Bir kez olsun anmaz mısın ıssız sokaklarını

Bir fahişenin şefkatli kollarında ağlamaz mısın

Vazgeçtiğin taşlı patikaları aşmaz mısın

Belki bir kere baksan ağlarsın


4 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

HASTANE

Naif Savaş

Yeşil -3

© Copyright
bottom of page