Bir asır son nefesini tükürünce insanlar ve de insanların yanında getirdikleri dışında hiçbir
şey değişmez aslında yeryüzünde. Parlayan semalar aynıdır. Binaların gri rengi dudakları
aynıdır ve de eşsiz güzellikleriyle ekin rüzgarları aynıdır. İnsan dün yaşadığı gibi yaşayamaz
yıldızları. Yıldızlar hep oradadır ama o yıldızlara bir yandan yeni gözler açılırken bir yandan
da o yıldızlarla yaşayan bazı gözler kapanır. İşte bu yıldızlarda başlar her şey. Geçmiş aslında
insanın yanında getirdiklerinden oluşur fakat geçmişin okyanuslarına dalıp onu yaşamaya
çalışmak bir nevi ruhsal intihardır. Bu nedenle ortaya hâl ve tavırlarla savaşılan , ancak ve
ancak gülüşlerle kazanılabilinen bir savaş çıkar ortaya.
Trenler ayrılır istasyonlardan bir daha hiç uğramayacakmışçasına. Bu trenler bu raylar
hepsi eskidir ama yolcuları ve taşıdığı yükleri daha yeni o istasyonların birinden binmiştir
trenlere. Bu trenler nereye gider bilen yoktur. Herkes bir tahmin yürütür ama bilen yoktur bu
trenlerin nereye gittiğini. Ufukta raylar üzerinde kaybolunca tüten dumanlar, şapka çıkarıp el
sallayanların isimleri makberlerde biter. Trenlerdeki yolcular bir hiçe gittiklerinin farkında
olmasına rağmen hiçi daha önce yaşamadığından hiçi yaşamak için istasyonda kalanlarla ters
düştüğü için binmiştir o trene. Bütün bu olan bitenlere şahittir istasyonun duvarları.
Trenlerden biri Akdeniz şehrinin içinden çıkar ve şans eseri gara yaklaşırken vagonlar iki
insan görür. Yan yana ve sohbet etmekteler. Biri daha her şeyin başında birisinin ise
yaklaşıyor son kez yıldızlara bakışı. Sarkmış yanaklar ile soluk gözlerin bir kaç yudum
sohbeti için tren o gara yanaşmış sanki.
Gözleri tavanda yaşayan umutlarında olan bir gencin soluk gözlerinin dolarak parlaması
güzel olmakla birlikte bu genç “Ben bu dünyanın neresindeyim, şuana kadar samanyolunun
güzelliğinde kaybolan nesillerle kaybolan insanların arkasında bıraktıklarını ya ben
bırakamazsam?” diyor kendine. Yırtık bir hiçliğin farkında. Aynada kendini arayan sarkmış
yanaklar “ Bilemedim ama bilemediğim için yaşadım, ben bunun için var oldum.” diyor
kendine. Yaşamanın kuralları onu incitmemiş sanırım. Yaşlı adamın aynasıyla gencin tavanı
arasında her zaman bir tartışma olmuştur ve hâlâ unutulmuş bir yerlerde devam ediyor o
tartışma belki de. Bu tartışmalar o kadar alışılagelmişin dışındadır ki sanki baktıkları aynı
gökyüzündeki yıldızların nerede yaşadığını ve yine o gökyüzündeki kuşların nasıl huzur
bulduğunu tartışmak gibidir. Her şeye rağmen bir akşam yağmur yağar ihtiyarlamış adamın
tek tük kalmış saçlarının üzerine damlalarının eski bir aile hikayesinin olduğu. Kalbi buruk
dedelerin anlattığı ve buna rağmen samimi tebessümleriyle kalbe yelken açan eskilerin
sıcaklığı bir nehrin akmasını hissettiriyor bu hikayelerde. Bunca hissiyat karmaşasının içinde
Sait Faik Abasıyanık'ın sanki umutları onun nefesi olan delikanlıyı canlandırırmışçasına
kaleminden dökülen şu sözler geliyor akla : “Otobüsün camına kafasını dayadı. Yine hayal
etti. Hayal etmek kadar güzel şey yoktu. İnsanı insan yapan hayal etmekti.” Hayal olmadan
neydi ya da kimdi o? Bunun cevabını o da bilmiyor bu yüzden hayal kurmaya devam
ediyordu. Bir akın gerçekleşiyordu sanki küheylanların bağrından alınan birkaç dakikadan.
Ardından sonsuzluk geliyordu dolunayla. Yozlaşan toplumların bilinmeyen yüzleri gülümser
ve bu yüzler kuşaklarından saklayacak bir şeyleri olmadığından fakir olarak nitelendirilebilirdi lakin bu onların umurunda değildi. Bazen gecenin üçünde sokaklarda parlayan , bazen de onu arşa değdirecek gururu yaşayan bu toplumlar ne kazanıp ne kaybettiğinin farkında değildi. Herkes söyledikleri ve yaptıkları gibi birbirine ters düşerdi. Vakti gelince her iki taraf da haksız olduğunu anlayacak ve onu aciz bedenlerindeki kırışıklıklarla gizleyecekti. Fevkalade hislerle dolu yaşamaya engeldi bu çatışmalar. Özüne inersek çatışmalar değil insanın kendisi engeldi bu fevkalâde hislere. Farklı ruhu yaşatanların birbiriyle bakışarak çatışması güzeldi lakin insanlar buna layık değildi. Onun yerine tantanalarla dolu sayfalarda bir manası olmadan güler, eğlenir ve acı olmasına rağmen gerçekleri göremezdi. Belki de görmezden gelirdi acı çekmekten korktuğundan. Herkes o gencin tavanı ve yaşlı adamın aynası olamaz. Çağın hücum borusu çalınca bir kitap daha biter. Kitap yanıp kül olur lakin var olmanın karşı konulamaz hafifliği payidar kalır. Nefesler biter yolun bitmeyeceğini anlaşıldığında. Ve işte tam bu vakitte yarılır gecenin karnı ve doğurur ölü çatışmaları.
Çatışmanın kazananı kalmamıştır. Geride buğulu camlarda bir şiir. Bu çatışmalar hain bir
gecedeki bir sokak lambasının altında, gözyaşını gizleyen yağmurlarla beraber bir adamın
paltosunun cebinden vefat etmiş tek kardeşinden kalan notu çıkarıp o notta yazanları
dudaklarının arasına sıkıştırmasıydı. Bir hiçlikti. Bir yıkımdı. Güneşin bir daha
doğmayacağına inanmaktı. Ama bu düşüncelerin altında bir gelenek, eskilerden gelen bir
üslup vardı. Ve ilginçtir ki insan bu üslubu yaşatabiliyordu. Kim kazandı şimdi? Berhava
olmuş sokaklar mı yoksa bir sahilin palmiye ağaçları mı? İkisi de ne kazanmış ne de
kaybetmişti. Ne de olsa biri bilinmeyen bir yerde bir diğeri ise yarılan gecenin taarruzundaydı. İkisi de çelişkilerin arasında tüm direncini bitirmişti. Tolstoy'un dediğini ruhlarına işlemişlerdi. “Gücümü içimdeki güçsüzlükle boğuşurken tükettim.” İkisi de yıldızlarda yaşamayı hakketmişti.
Comments