Sonbahar gelmiş, güneş bulutların arkasına dinlenmeye çekilmişti. Hafif esen rüzgar yaz sıcaklarını aratırcasına insanları ceketlerine sarınmaya itiyordu.
Genç kız kalabalığın ilerisindeki yarı çıplak ağacın dalında sallanıp duran yaprağı izliyordu. Sarı ile açık kahverengi arasında bir renk almış yorgun yaprak daha fazla dayanamamış ve kendini rüzgara bırakmıştı. Rüzgarda salınarak uçup giden yaprağa bakarken iç çekti.
Güz’e göre en yalnız mevsim sonbahardı. İlkbahar capcanlıydı. Her yer yeşillenmeye başlar, tomurcuklar açar, ağaçlar yeşillenirdi. Yazın tüm ağaçlar mis gibi kokan çiçeklerle donanır, nefis meyveler verirdi. Soğuk, amansız kış mevsiminde bile kara sarınırdı ağaçlar. Ama sonbahar… Sonbaharda öylece kalakalırlardı, yapayalnız. Ölü.
Güz de o ağaçlar gibi hissediyordu kendini. Özellikle şimdi, önündeki cenaze konvoyuna bakarken kendini teker teker rüzgara kapılıp, yok olan yapraklarını koruyamamış bir ağaç gibi hissetmekten alıkoyamıyordu kendisini. Az önce pes edip, kendini rüzgara bırakan yaprağı aradı gözleri. Yoktu. Midesi bulanıyordu.
Bu, Güz’ün katıldığı ilk cenaze değildi. Hiç aklından çıkmayan bir cenazeye daha katılmıştı, babasının cenazesine. Ufacık detaylardı aklından çıkmayanlar.
Babasını hatırlamıyordu ya da annesinin yüz ifadesini, bunun yerine küreğin toprağa her saplanışında çıkan ses kazınmıştı kulaklarına. Beyninde o günü her hatırladığında aynı küçük delik canlanıyordu. Güz’ün tüm cenaze boyunca tek sorun oymuş gibi gözünü dikip baktığı imamın cübbesindeki o minicik yırtık…
Şimdiyse aynısını o yaprak için yaptığının farkında değildi. Belki de ileride babaannesini her hatırlamaya çalıştığında kurumuş bir yaprak canlanacaktı gözünde. Böyle bir şeyin farkında değildi belki, ama bir şeylerin değiştiğini biliyordu. Hangi cenazede değişmezdi ki?
Annesinin elini elinde hissettiğinde dalgınca bakışlarını ona çevirdi. Annesinin üzgün bakışları ileriyi işaret ediyordu. Güz önüne baktı, insanlar dualarını bitirmiş ve dağılmaya başlamıştı. Dudaklarında acı bir gülümseme oluştu kızın, katıldığı ikinci cenaze de bitmişti.
Bakışlarını tekrar annesine çevirdi, sarındığı bol mantosu içinde yorgun duruyordu. Tekerlekli sandalyesinin arkasına geçti, eğimli toprağa rağmen annesini sarsmamaya çalışarak mezarlıktan çıkmadan önce son kez arkasına baktı. Onunla sürekli oyunlar oynayan, babası öldüğünden beri yalnız kalmalarına hiç izin vermeyen bu güçlü kadınla olan anılarına bir yenisini daha ekledi. Sonuncusunu.
Ayşen Yıldırım
29.02.1939
15.09.2019
Ruhuna Fatiha
Mezarlığı arkalarında bırakırken boğazını temizledi, Güz. Sonra durdu, ne diyeceğini bilemiyordu. Normalde annesiyle havanın durumu dahil bir sürü şeyden bahsederlerdi. Annesi yorgun olduğundan daha çok o konuşurdu aslında. Ama o sırada beyni uyuşmuş gibiydi, aklında hiçbir şey yoktu.
Herhangi bir konu açmaya çalışmak için fazla yorgun hissediyordu kendini, belki de aramaktan vazgeçmeliydi. Bugün de aralarında hüzün konuşsundu.
Sessizlik içinde tekerlekli sandalyeyi sürdüğü iki sokağın sonunda titrek bir nefes çekti ciğerlerine. Eski püskü binalarına bakarken küçük dairelerinin eskisinden daha da karanlık olacağını fark etti. Artık babaannesi olmayacaktı orada. “Anne,” dedi yavaşça. “Onu özleyeceğim.”
Annesi kafasını kaldırdı, hüzünlü gözlerle kızının yüzüne baktı. Anlayışlı bir ifadeyle başını salladı. O da özleyecekti.
Güz burnunu çekerek, buruk bir tebessüm gönderdi annesine. “Bugün onun için güzel bir yemek yiyelim o zaman. Ne dersin?”
Annesinin gözleri içindeki hüzün kırıntılarına rağmen haylaz bir ifadeyle parıldadı. Güz kendini tutamadı, hafifçe kıkırdadı. Annesinin şu anda aklından geçen düşünceyi birebir biliyordu.
“Onu özlediğimiz her zaman güzel bir yemek yiyeceksek acilen yemek fonuna başvurmalıyız.”
Başını, küçük bir çocuğun haylazlığına gülen bir ebeveyn edasıyla iki yana salladı. “Üzgünüm hanımefendi, yemek yapma konusunda henüz o kadar becerikli ve istekli değilim.”
Annesinin yanına çömelip onu kaldırmak için hazırlanırken “Ama dersen ki kendimi iyi hissettiğimde ben hallederim o işi, bak o zaman karışmam.” dedi alayla. Alışmıştı bazı şeyleri görmezden gelmeye. En büyük sorunlarından biri para olmasına rağmen bundan neredeyse hiç bahsetmezlerdi. İsteseler parayı her yerden bulabilecekmiş gibi davranırlardı hep, sanki para her zaman vardı ama onlar istemiyordu. Hep başka öncelikleri vardı.
Oysa para kurtaracaktı onları bu lanet hayattan, annesini hastalığının ağırlığından. Ama hiç bahsetmezlerdi bundan. Annesi hiç şikayet etmezdi bundan, Güz ise ederdi. Annesinin melek gibi kişiliğine ve enerjisine hep imrense de Güz, onun gibi olamıyordu. O kızgındı. Hayatın böyle acımasız oluşuna öfkeliydi, kendisini o anda yapmak zorunda kaldığı şeyleri yapmaya zorlayan çaresizliğine kızgındı. Ama o da susardı, patlayana kadar içine atardı kurtuluşa bu kadar yakın olup her seferinde kaybedişlerinin acısını. Sırf annesi için yapardı bunu. Her şeye rağmen güçlü ve neşeli kalmaya çalışan annesi için…
Commentaires