top of page
Ara
Sami Bardakçı

Deniz İşçileri(Victor Hugo) Üzerine Bir Doğaçlama

Öğleden sonra gökyüzüne baktım. Bunu, yani gökyüzüne bakmayı, birkaç gündür düşünüyordum. Hiç öyle romantizm filan yok arkasında; Hugo’nun Deniz İşçileri kitabında her fırsatta karşıma çıkan gökyüzü tasvirleri soktu aklıma bu düşünceyi. Epey uzaklarda ve epey yükseklerde küçük kara noktalar uçuşuyordu, sanırım kuştular, tahminen sığırcık. Sığırcık kuşunu önüme koysalar tanımam – hiç yakından görmedim, tanışıklığım Enes Batur’un bir şiirindendir, yalnız başına uçan bir sığırcık da görmedim ömrümde; bu kuşa – bir kuşa – neden sığırcık demişler, bunu da bilmem. İşte; bulutsuz, açık, kabak gibi bir gökyüzüydü gördüğüm. Ama öyle ışıl ışıl, pür pak, masmavi de değildi; bilmem, bu mevsimde gökyüzünün öyle bir yüzüne rastlanır mı? Benim gördüğüm, hafifçe kirli, yıkana yıkana rengi atmış, solmuş bir gömleği andıran, kendi başına bir şey değil de ancak bir şeyin arta kalanı olabileceği izlenimi uyandıran bulanık bir yüzeydi; derinliği varsa da o an için fark edilemeyen bir yüzey.

Sanırım iyi tasvir edemedim.

Hugo olsa ederdi. Uzaklara, ama göksel şelalelerin döküldüğü, gök denizinin en uzak kıyılarına, bu kıyıları saklamak, adeta onun varlığını inkar etmek, bir yandan da bir vahiy meleği gibi onun sihirli varlığını kalplerimize ilham etmek istercesine, sonsuz bir huşuyla, vaktiyle yerkürenin sınırlarını bekleyen, son sınırın da ötesindeki bilinmeyen diyarların karanlık tehditlerini savuşturan kadim zamanların kudretli tanrıları ve yarı-tanrılarının ebedi istirahatgahlarının üzerine, ademoğullarının şafağındaki kızıllığını artık kaybetmiş, yerine alışıklığın ve bildikliğin donuk rengine bürünmüş ince bir bulut çizgisi yerleştirirdi.

Benimse içimden kısaca, ‘’ Sanki süt dökülmüş! ‘’ demek geldi.


Akşama doğru, havanın kararmasından biraz önce, gökyüzüne yeniden baktım. Birkaç saat önceki hafif, kirli beyazlık adeta her bir zerresiyle yüz kez, bin kez çoğalarak gür ve köpük köpük bulutlara evrilmiş ve tüm semayı kaplamıştı


Yaklaşık on yıl önce, o zamanlar lise öğrencisiydim, bir sömestr tatilinde babam ve arkadaşlarıyla balığa çıktık. Çeşme Ildırı’dan denize açılıp ağır ağaç kayığımızla yarım saat kadar yol aldıktan sonra, ‘’ Şu tepenin iki parmak gerisinde, şu burnun bir yumruk ilerisinde… ‘’ durduk ve demir attık. Gökyüzünün aynı bu akşamki gibi yoğun ve köpük köpük bulutlarla kaplı olduğunu hatırlıyorum. Aklımda en çok yer eden şey ise o gün bulutların yeryüzüne çok yakın, sis kümelerinin için için kaynadığını görebilecek kadar yakın oluşuydu. Neredeyse hiç rüzgar esmiyordu ama deniz kaba ve seyrek dalgalarla çalkalanıyordu. Çapa halatı suya bir dalıp bir çıkıyor, ara ara, denizin salınımıyla teknenin salınımının dip ve tepe noktalarının kesiştiği anlarda, halat kuvvetle geriliyor ve ıslak gövdesi boyunca her bir boğumundan binlerce parlak su damlacığı püskürtüyordu; gerilen halatın küpeşteye değdiği noktadan diş gıcırdamasını andıran bir ses duyuluyordu.

Bu diş gıcırdamasını saymazsak ortalıkta çıt çıkmıyordu.

Dalgalar kıyıları amansızca döver. Ama kıyıdan bu saldırıları işitemeyecek kadar açıktaydık.

Dalgalar birbirini de acımasızca döver. Ama o gün dalgalar iri iri ve seyrekti. En fazla göğüs göğüse gelip birbirlerine dikleniyorlar, ancak işi taşıp köpürmeye kadar vardıramadan sessizce ayrılıyorlardı.

O gün martılar, sahildeki tüneklerini hiç terk etmemişlerdi anlaşılan.

Bulutlar git gide kabarıyor, kaynıyor ve yoğunlaşıyor, yoğunlaştıkça da karararak git gide denizle tek renk oluyorlardı.

Altımızda deniz çalkalanıyor, teknenin bayrak direği bulutlara dalıp çıkıyordu.

Bizim oralarda deniz pek derin değildir. O gün sanki derindi. Oltalarımız bir türlü dibi bulmuyordu.

Gerçekten de Okeanos tanrıların atasıdır. Suların varoluşu evrenin başka hiçbir öğesininkine benzemez.

Peki, akşamki bulutlar hala yerli yerinde midir? Pencereden üç-dört adım uzaktayım; gidip baksam mı?

En iyisi, onları rahat bırakmalı. ‘’ Tanrısal yetkinliğe ulaşmak mümkün değildir; ama görevini/üzerine düşeni yerine getirmekle de belli bir yetkinliğe erişilebilir… ‘’ mealinde bir söz söylemiş Petrus Pomponatius. Onlar, akşam göğünün bulutları, görevlerini yerine getirdiler: Geçmişle bugün arasında; avlunun kuyu ağzı gibi dört duvarı arasında, bir sigara içimlik düşsaatinde, rastgele kelimeler ve söz öbekleri, konuşmalar ve dinlemeler arasında, kitaplar arasında, notalar arasında; küçük bir ışık huzmesinde, testinin devrildiğinde, suyun henüz dökülmediğinde, uzun resimlerde, artık belki de kimselerin konuşmadığı bir dilde, geçmişin geçmiş olmadığı yerde… kelimelerimin geçeceği bir köprü kurdular.


Pek bir Hugovari oldu! Ben Hugo değilim. Ama ben Hugo değilsem, Hugo da ben değil.

Benim teknem Hugo’nun denizinde yüzer yüzmesine; ama hikayem Hugo’nun dişine gelmez.

Biz sıradan ve basit yaratıklar –yani insanoğlu–; sayfalarında bir kelimelik yerimiz vardır: ‘’ biri ’’.

Herhangi ‘’ biri ’’, içlerinden ‘’ biri ’’, adamın ‘’ biri ‘’, kadının ‘’ biri ‘’… Bahsetmeye, okuyucunun önüne çıkartmaya layık değilizdir, değil mi ki ne ‘’Polyphemos’un gücüne, rüzgar okunun mantığına, Kristof Kolomb’un iradesine’’ sahibiz, ne de ‘’ Ansiklopedi’yi okumuş bir köylü, Fransız Devrimi’ni görmüş bir Guernseyli, çok bilge bir cahil, hem çocuk hem de boğa ‘’ yız.




85 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comentarios


© Copyright
bottom of page