BİR ABLUKA BİR EKSİKLİK
- Sena Kağnıcı
- 15 dakika önce
- 3 dakikada okunur
“Ekmek vardı, tereyağı vardı, utanılacak bir şey yoktu. Bir şey daha yoktu ama
kavrayamıyordu ” Oysa görünürde her şey dünün, dünden önceki günün hatta geçmiş onlarca gün ve haftanın aynısıydı. Yine aynı saatte kim bilir kaç ay önce kurduğu aynı alarmla
uyanmış, yıllardır kullandığı keskin kokulu losyonları, kremleri sürünmüştü. Mutfaktaki ufak
masada kahvaltıya koyulana kadar da yıllar önce ölmüş şairlerin şiirlerinden bestelenen
kanıksanmış şarkıları dinlemeye çabalamıştı boşuna. Oysa zihninin kıvrımlarında yalnız bir
fikir dolanıp duruyor, hep aynı slogan çınlanıyordu: “Bir şey eksik. Olması gereken her neyse
yok.” Uyanır uyanmaz içine yuvarlandığı bu mahrumiyet sancıları her nefes alışında bir başka
uzvuna yayılıyor; tarihini, yerini bilmediği bir buluşmaya geç kalmanın telaşını yaşıyordu.
Aklının ermediği müphem yokluğu araştırmaya koyulmuştu gözleri, kahvaltı masasını, yeşil
benekli zeytin tabağını, annesinin geçen ay getirdiği ev yapımı peyniri, gri, bayat ekmeği
gözlüyor ancak neyin eksik olduğunu, neye özlem duyduğunu bir türlü kestiremiyordu.
Doğrusu olanlara bakarak olmayanları, kimi eski “olmuşları” devşirebilmek müşkül işti. Yine
de gözleri, zihni rahat durmuyor; kâh yağlı, ahşap mutfak dolaplarına kâh haftalardır damlatan
musluğa takılıyordu. Kimi yersiz varoluşların bilincine varıyor lakin eksik olanı ne denli
uğraşırsa uğraşsın kavrayamıyordu. Zihni gizil eksikliğin peşindeyken ele alındığı gibi
ufalanan ekmekten zevksiz lokmalar koparıyor, beyhude yere zeytini, peyniri bitirmeye
çalışıyordu. Nihayet iştahının kaçtığını, yemek yiyemeyeceğini anlayana kadar elindeki
ekmek parçalarını ufalamaya, ince, gümüş bıçağıyla tereyağını tıraşlamaya devam edecekti.
Halbuki zevk almadan da olsa bitirdi masadakileri, bitmeleri icap ediyordu, gereği yapıldı.
Masadaki peynir, zeytin bittiyse de mahrumiyeti bitmek bilmedi, yalnız zihnini değil ruhunu
da ele geçirmiş olan bu yarım kalmışlık, her adımında karşısına çıkıyordu. Zihin labirentinin
her çıkmaz sokağında, kimi duygulu şarkılarının notalarında beliriyor, yakalanacak gibi oldu
mu kayboluveriyordu. Böylesi hareketli bir eksiklik görülmüş müdür dünyada?
Bir kitap aralıyor gerek tinini gerekse tenini ele geçirmiş mahrumiyetinden biraz olsun
arınabilmek için. İlk satırbaşında yine rasgeliyor hasmına. Rüzgarla yayılan kahkahalar misali
insanı takip eden bir eksiklik bu, düzeltilebilecek ancak hiç mi hiç tenezzül edilmeyen.
Derken kitabı defteri bırakıyor elinden, televizyonu açıyor. Yağmurlar, randevu alıp şehri
teşrif eden seller, hırsızlar, katiller, hepsinden çok konuşulan iki renkli takımların galibiyeti,
mağlubiyeti… Bir şey eksik diyordu içten içe; bu haberlerde, takvimlerde, damlatan
muslukta, yenisi alınsa da bayatlayacak diye bir haftadır yenen ekmekte, bir şey eksikti ama
ne? Dip boyası gelmiş saçlarında, topuğu delinmiş çorabında, ölü tahmini yapılan, tarih
verilen ancak ne hikmetse engellenemeyen felaketlerde bir şey eksik. Yalnız kimi
imtiyazlıların bilincine varabildiği bir eksiklik miydi bu, yağmurlu, puslu bir günde özel
davetle erişilebilen, kabarık tuvaletli, tarlatanlı, bigudili bir davete icabet miydi? Uzak
ülkelerden gelen ithal bir mahrumiyet miydi mesela ya da yalnız kaçıkların tecrübe ettiği kimi
anlatılardan mı ibaretti?
Derin bir nefes verdi Cansu, bu nefes ona yeşil zümrütten taçlar takıp renk renk tuvaletler
giyen merakını unutturdu, kaçmış çorabı, umudu, bayat ekmeği, yağmuru, kaçkınlığı
susturdu. Bedeni oturduğu koltuğa mıhlanmışsa da tini gurbete yol aldı, uzak memleketlere.
Su birikintilerine değdi ruhunun kanatları; yıldızların dikildiği kara, upuzun kumaşı
boyayarak sürdürdü seferini. Onu görenler kutup ışığı dedi ardından, bu gece daha da hırçın
renklere bürünmüş. İsmiyle geceler yaratılabilecek maşuklara dönüştü Cansu, kimi yanık
türkülerin haykırışı oldu. Dinmek bilmeyen fırtınalar gördü egzotik ülkelerde, tekrar duydu
artık yoldaşı olmuş eksikliği. Ülkeleri, şehirleri, varoşları gezip güleç hırsızlar gördü, katiller,
yalancılar, dalkavuklar… Şükür dedi kendi kendine, devran yine aynı dönmekte. Hamuruna
gözyaşı damlamış ekmeklerden yedi- inanın bana, bayat değillerdi-. Belki bu ufak, sarı
ekmeğin son lokmasında anladı Cansu, belki de uyanır uyanmaz kavramıştı zaten. Ardına
düştüğü; yıllar, yollar, dağlar aşarak aradığı eksikliği anlamıştı. Tüm o hırsızları, selleri,
fırtınaları, kimi haksız ağlayışları hatırladı. Yollarını gerçeğe saptıran her şeye şükretti,
bilhassa da yıllardır aynı güne, birbirinin aynısı eylemlere hapis kalışına. Aynı koltukta türlü
çığlıkları duyup ertesi sabah hatırlamayışına, bile bile gelen acılara, değişmeyen düzene
şükretti. Yollarını gerçeğe saptıran, bir o kadar da yoldan saptıran sisteme. Yıllardır yalnız
üstündeki sıralı rakamların, öneri isimlerin, günlük hadislerin değiştiği takvim, haftalardır
damlatan musluk, kanıksanan sel, alışılmış felaketlerdi, daima dönüp duran devran,
değişmeyen düzen, kendisine bir türlü varılamayan “doğruydu” eksiklik. Tamamlanacak olan,
her şey yıkıldığında inşa edilecek olandı kısaca. Hem Cansu sabahları fal bakmazsa
ayılamazdı, şu hâlde devrimden sonra her sabah fal bakmak zorunlu olmalı.







Yorumlar