top of page
Ara

BİR ABLUKA BİR EKSİKLİK

“Ekmek vardı, tereyağı vardı, utanılacak bir şey yoktu. Bir şey daha yoktu ama

kavrayamıyordu ” Oysa görünürde her şey dünün, dünden önceki günün hatta geçmiş onlarca gün ve haftanın aynısıydı. Yine aynı saatte kim bilir kaç ay önce kurduğu aynı alarmla

uyanmış, yıllardır kullandığı keskin kokulu losyonları, kremleri sürünmüştü. Mutfaktaki ufak

masada kahvaltıya koyulana kadar da yıllar önce ölmüş şairlerin şiirlerinden bestelenen

kanıksanmış şarkıları dinlemeye çabalamıştı boşuna. Oysa zihninin kıvrımlarında yalnız bir

fikir dolanıp duruyor, hep aynı slogan çınlanıyordu: “Bir şey eksik. Olması gereken her neyse

yok.” Uyanır uyanmaz içine yuvarlandığı bu mahrumiyet sancıları her nefes alışında bir başka

uzvuna yayılıyor; tarihini, yerini bilmediği bir buluşmaya geç kalmanın telaşını yaşıyordu.

Aklının ermediği müphem yokluğu araştırmaya koyulmuştu gözleri, kahvaltı masasını, yeşil

benekli zeytin tabağını, annesinin geçen ay getirdiği ev yapımı peyniri, gri, bayat ekmeği

gözlüyor ancak neyin eksik olduğunu, neye özlem duyduğunu bir türlü kestiremiyordu.

Doğrusu olanlara bakarak olmayanları, kimi eski “olmuşları” devşirebilmek müşkül işti. Yine

de gözleri, zihni rahat durmuyor; kâh yağlı, ahşap mutfak dolaplarına kâh haftalardır damlatan

musluğa takılıyordu. Kimi yersiz varoluşların bilincine varıyor lakin eksik olanı ne denli

uğraşırsa uğraşsın kavrayamıyordu. Zihni gizil eksikliğin peşindeyken ele alındığı gibi

ufalanan ekmekten zevksiz lokmalar koparıyor, beyhude yere zeytini, peyniri bitirmeye

çalışıyordu. Nihayet iştahının kaçtığını, yemek yiyemeyeceğini anlayana kadar elindeki

ekmek parçalarını ufalamaya, ince, gümüş bıçağıyla tereyağını tıraşlamaya devam edecekti.

Halbuki zevk almadan da olsa bitirdi masadakileri, bitmeleri icap ediyordu, gereği yapıldı.

Masadaki peynir, zeytin bittiyse de mahrumiyeti bitmek bilmedi, yalnız zihnini değil ruhunu

da ele geçirmiş olan bu yarım kalmışlık, her adımında karşısına çıkıyordu. Zihin labirentinin

her çıkmaz sokağında, kimi duygulu şarkılarının notalarında beliriyor, yakalanacak gibi oldu

mu kayboluveriyordu. Böylesi hareketli bir eksiklik görülmüş müdür dünyada?


Bir kitap aralıyor gerek tinini gerekse tenini ele geçirmiş mahrumiyetinden biraz olsun

arınabilmek için. İlk satırbaşında yine rasgeliyor hasmına. Rüzgarla yayılan kahkahalar misali

insanı takip eden bir eksiklik bu, düzeltilebilecek ancak hiç mi hiç tenezzül edilmeyen.

Derken kitabı defteri bırakıyor elinden, televizyonu açıyor. Yağmurlar, randevu alıp şehri

teşrif eden seller, hırsızlar, katiller, hepsinden çok konuşulan iki renkli takımların galibiyeti,

mağlubiyeti… Bir şey eksik diyordu içten içe; bu haberlerde, takvimlerde, damlatan

muslukta, yenisi alınsa da bayatlayacak diye bir haftadır yenen ekmekte, bir şey eksikti ama

ne? Dip boyası gelmiş saçlarında, topuğu delinmiş çorabında, ölü tahmini yapılan, tarih

verilen ancak ne hikmetse engellenemeyen felaketlerde bir şey eksik. Yalnız kimi

imtiyazlıların bilincine varabildiği bir eksiklik miydi bu, yağmurlu, puslu bir günde özel

davetle erişilebilen, kabarık tuvaletli, tarlatanlı, bigudili bir davete icabet miydi? Uzak

ülkelerden gelen ithal bir mahrumiyet miydi mesela ya da yalnız kaçıkların tecrübe ettiği kimi

anlatılardan mı ibaretti?


Derin bir nefes verdi Cansu, bu nefes ona yeşil zümrütten taçlar takıp renk renk tuvaletler

giyen merakını unutturdu, kaçmış çorabı, umudu, bayat ekmeği, yağmuru, kaçkınlığı

susturdu. Bedeni oturduğu koltuğa mıhlanmışsa da tini gurbete yol aldı, uzak memleketlere.

Su birikintilerine değdi ruhunun kanatları; yıldızların dikildiği kara, upuzun kumaşı

boyayarak sürdürdü seferini. Onu görenler kutup ışığı dedi ardından, bu gece daha da hırçın

renklere bürünmüş. İsmiyle geceler yaratılabilecek maşuklara dönüştü Cansu, kimi yanık

türkülerin haykırışı oldu. Dinmek bilmeyen fırtınalar gördü egzotik ülkelerde, tekrar duydu

artık yoldaşı olmuş eksikliği. Ülkeleri, şehirleri, varoşları gezip güleç hırsızlar gördü, katiller,

yalancılar, dalkavuklar… Şükür dedi kendi kendine, devran yine aynı dönmekte. Hamuruna

gözyaşı damlamış ekmeklerden yedi- inanın bana, bayat değillerdi-. Belki bu ufak, sarı

ekmeğin son lokmasında anladı Cansu, belki de uyanır uyanmaz kavramıştı zaten. Ardına

düştüğü; yıllar, yollar, dağlar aşarak aradığı eksikliği anlamıştı. Tüm o hırsızları, selleri,

fırtınaları, kimi haksız ağlayışları hatırladı. Yollarını gerçeğe saptıran her şeye şükretti,

bilhassa da yıllardır aynı güne, birbirinin aynısı eylemlere hapis kalışına. Aynı koltukta türlü

çığlıkları duyup ertesi sabah hatırlamayışına, bile bile gelen acılara, değişmeyen düzene

şükretti. Yollarını gerçeğe saptıran, bir o kadar da yoldan saptıran sisteme. Yıllardır yalnız

üstündeki sıralı rakamların, öneri isimlerin, günlük hadislerin değiştiği takvim, haftalardır

damlatan musluk, kanıksanan sel, alışılmış felaketlerdi, daima dönüp duran devran,

değişmeyen düzen, kendisine bir türlü varılamayan “doğruydu” eksiklik. Tamamlanacak olan,

her şey yıkıldığında inşa edilecek olandı kısaca. Hem Cansu sabahları fal bakmazsa

ayılamazdı, şu hâlde devrimden sonra her sabah fal bakmak zorunlu olmalı.

 
 
 

Yorumlar


© Copyright

© 2023 by Turning Heads. ODTÜ Genç Yazarlar Topluluğu

bottom of page