Camın kenarına başını koyuyorsun.
Pencerenin bir metre ötesinde köklerini toprağa korkarak salmış bir ağaç görüyorsun. Köklerini toprağın üstünde görebiliyorsun, içine girememiş. Toprağa sarılmak istiyor, sıkıca tutunmak istiyor ama yapamıyormuş gibi. İçinden gelen ellerini ona sarmak, yüzünü yumuşak örtüsüne gömmek belki de ama belli ki yapamıyor. Bir canlı ona hayat verecek şeyden bu kadar korkabilir mi diye düşünüyorsun.
Peki sen hayatını kurtaracağını bile bile neden gitmedin?
Gözlerin ağacın gövdesine kayıyor. Köklerini hayata salmaya korkan bir ağaç için beklediğinden daha büyük bir gövde görüyorsun. Belli ki tahmin ettiğinden güçlü bir ağaç. Dikkatini toplayabildiğin kadarıyla ağacı inceliyorsun ve fark ediyorsun, gövdesi çiziklerle dolu. İsterdin ki başkaları ağaca zarar vermiş olsun, sonradan çizilmiş olsun o ağaç. Ama çizikler ağacın içinden geliyor, yukarı doğru çıktıkça daha da derin yarıklar görüyorsun. Ağacın içi belli oluyor, beyaz olmasını bekliyorsun ama koyu bir sarı gözüküyor, ağacın içten eridiğini anlıyorsun. Bu kadar masum bir canlı kendine nasıl bu kadar zarar verebilir diye düşünüyorsun.
Peki sen kırılacağını bile bile neden ona sarıldın?
Son gücünle başını kaldırdığında ağacın çiçeklerini görüyorsun. Aslında yeşil yapraklar ve renkli çiçekler görsen çok mutlu olurdun ama bahar daha yeni geliyor. Kuru kahverengi dallar üzerinde yer yer açmış soluk beyaz çiçekler görüyorsun. Beyaz çiçekleri de renkliler kadar çok seversin, onları görmek seni gene de gülümsetiyor. Ama böyle heybetli bir ağaç için cılız ve soğuk bu çiçekler, senin içini ısıtmaya yetmiyor. Bu kadar heybetli bir canlı nasıl her şeyini ortaya koyamaz, kendini iyileştiremez diye düşünüyorsun; üzülüyorsun ama yetmiyor.
Camdan başın düşüyor.
Peki sen ölümün geleceğini bile bile neden isteklerine yenildin?
Comments