top of page
Ara
  • Naz

Film İncelemesi: Amélie

Güncelleme tarihi: 3 Haz 2022

Biraz yanağına, biraz boynuna sürdü işaret parmağıyla kokuyu. Daha sonra tam buradan öpecekti sevdiği onu. Şişenin kapağını kapatmak üzereyken televizyondan gelen bir haberle irkildi. Kapak, adeta zemine bir sevda türküsü söyleyerek geçti ve duvara çarptı. Fayanslardan biri. Diğerlerinden daha farklı. Aynı Amélie’nin evden ayrılması gibi uzak kalmış duvarından o da.


Çıplak ayaklarının soğuk fayansları okşamasına izin vererek çatlağa yöneldi. Elini uzattığında bir kutuyla karşılaştı. Üzeri tozlu. Her yıl, bir tane toz düşmüş üstüne. Şimdi yaklaşık kırk tane toz var. Kapağı evin meraklı kedisi gibi açtığında , kutunun içinden bir çocuk kahkahası yayılıyor. İlkokulda kazandığı misketlerin kokusu, bisiklet turnuvaları, fotoğraflar.


Kendini o çocuk olmaya zorladığında yüreği parlıyor. İnsanlar yılları satın alır ve eşyalar onlara arkalarını döner. Nasıl hissederdi hazinesini tekrar bulsaydı o çocuk? Amélie pelerinini takıyor! Göreve hazır! Bu görevin sonunda iyi hissederse, insanların hayatlarındaki küçük parıltı olmaya devam edecek.

 

Film inceleme serimize kendimden bir parçayla devam etmek istiyorum. Audrey Tautou’nun başrolünü oynadığı Jean-Pierre Jounet filmi. Amélie. Kendimden parça dememin nedenini biraz açıp sonra hemen filme dönmek istiyorum izninizle.


İlkokul yıllarımda içimde kıpır kıpır kalbi çarpan muzip bir kız çocuğu vardı. (Şu an olmadığını da söyleyemem gerçi.) Oturup sahildeki taşları saatlerce izleyebilirdi o kız çocuğu. Kamerayla oynamayı severdi. Bir de onu ya da bunu değil de direkt olarak sevgiyi sevmekti konsepti sanırsam.


Amélie’yle ilk tanıştığımda ortak bir amaç paylaştığımız bir arkadaşım varmış gibi hissettim. İşte bundan dolayı kendimden bir parça paylaşıyorum şu an.



Amélie Poulain, annesi ve babasıyla yaşayan bir kız çocuğu olarak karşımıza çıkıyor ilk başta. Kardeşi yok bu çocuğun. Babasının sevdiği sınırlı şeyler arasında takım eşyalarını kutudan çıkarıp tekrar düzenlemek var. Annesi ise biraz gergin bir kadın diyebiliriz. Yüzünde yastık iziyle uyanmaktan nefret ediyor örneğin.


Amélie fiziksel sevgiye o kadar aç ki, yavrum, babası sağlık kontrolleri sırasında kalbini dinlerken çok heyecanlanıyor. Baba da sanıyor ki kalp problemi var bu kızın. Yıllarca geziye falan gidemiyorlar bu tatlı yanlış anlaşılmadan dolayı.


Annesi, talihsiz bir kaza sonucu ölünce Amélie babasıyla kalıyor, normalden daha çok içine kapanmış bir babayla. Yıllar sonra Amélie bir kafede çalışmak için evden ayrılıyor. Ve hayatında artık yeni bir sayfa açılıyor. 48 saat içinde olacak şeyler hakkında bir fikri yok.

Filmin romantik komedi olmasının yanında film yan karakterlerin yaşamlarına da odaklanmış durumda. Kesinlikle temel konu sevgi. Fakat bu sevgi iki kişi üzerinde romantize edilerek anlatılmıyor. Yani, en azından tamamen iki kişi üzerinden değil diyelim.


Amélie, rastlantı sonucu tuvalet duvarının içinde bulduğu kutuyu sahibine ulaştırmayı kendine bir hedef olarak belirliyor. Aslında bu içinde bazı duyguların uyanması için verdiği savaş da denebilir. İyi hissederse eğer başka hayatlara dokunmaya devam edecek.



Filmin gelişme kısmında bize nostalji yaşatan etkenlerden bahsedelim biraz. İlk olarak Yann Tiersen’ın canım müziğinden bahsetmek istiyorum. ODTÜ’de daha önce Zeynel’in önünden geçerken denk gelmiş olabilirsiniz bu akordiyon cennetine. Denk gelmeyenler içinse link bıraktım;


İkinci olarak filme hakim sarı renkten bahsetmek isterim. Aynı üstad Kieslowski’nin Mavi, Kırmızı ve Beyaz üçlemesinde yaptığı gibi Jounet de nasıl bir duygu yansıtmak istiyorsa seyirciye o rengi hakim kılmış sahnelerde. 2001 yapımı olan bu filmde 2002’li biri olarak ben dahi “ah ne güzeldi o zamanlar” diyerek iç çekecek vaziyete geldim.


Amélie metro istasyonundayken bir fotoğraf kabinin altını karıştıran Nino ile karşılaşır. Seyirci olarak aralarındaki çekimi hemen fark ederiz.


Nino’yla filmde birçok kez karşılaşan Amélie aralarındaki çekime biz daha demeden inanır ve bir gün arkasından koşar. Nino, fotoğraf kabininde çekildiği fotoğrafı beğenmeyip yırtan insanların fotoğraflarını bulur, bir araya getirir. Koleksiyoncudur Nino. O gün kaçan kovalanır misali izlediğimiz sahnede bu albümü düşürür Nino ve artık albüm Amélie’nin ellerindedir.



Filmde bu kısımdan sonra yavaş yavaş örülen bir aşk izleriz. Amélie, albümü Nino’ya direkt ulaştırmak yerine farklı yollar seçer. Küçük oyunlar oynar kendine çok yakın bulduğu beyefendiyle. Filmde bu bölümde dikkatimi en çok çeken şey, aşık Amélie’nin bir yandan başka insanların hayatlarına küçük dokunuşlar yapmaya devam etmesi. Yani bir bakıma kendi oynunun içinde başrölü kaptırmaması. Bize ana karakterin bu kadar tatlı gelmesi sadece Audrey Tautou’nun şirinliğinden kaynaklanmıyor. Yönetmen iç ısıtacak seçimler yapmış yine. Amélie’nin evinin her köşesi tatlı bir kırmızıyla kaplı örneğin. Ayrıca evde bir kedi var. Evin camı Kristal adam adlı karakterin camına bakıyor ve Amélie kristal adamın yaptığı tabloları izleyebiliyor. Onun dışında karakterlerin arasındaki diyalogların çok içten ve özlem dolu olmasına dikkat edilmiş, öyle ki, Amélie çok canını sıkan manava cevap vermek isterken “ Siz asla sebze olamazsınız çünkü enginarın bile bir kalbi vardır” diyor ve noktalıyor her şeyi.


Aşkımıza geri dönelim. Amélie bir süre uğraştıktan sonra Nino’yu kafeye getiriyor. Nino, kafede artık yapbozun son parçalarını birleştirip anlıyor onla bunca zamandır oynayan kadının kim olduğunu.



İncelemenin mutlu sona yaklaşan kısmına geldik. Amélie ve Nino birbirlerini bulduktan sonra yönetmen bu güzel mutlu sonu bir motor sahnesiyle kapatır ve bizi huzur verici bir görselle baş başa bırakır.



“Hayat asla sergilenemeyecek bir oyunun sonsuz tekrarından ibarettir.” - Başarısız Bir Yazar


94 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
© Copyright
bottom of page