Sonuncusunun inşası henüz bitmiş malikanenin ahşaplarına tazece çekilen verniğin rayihası daha uçmamışken, ondan da taze bir hanımefendinin yerde uzanmış vücudu karşılıyor meraklı gözleri. Akıllara ilk gelen şey zavallı kadının bir vefat haberi veyahut servetine uzanmış bir bahtsızlığın havadisi akabinde yere yığılmış olması. İdil Hanım’ın maddi ihtiraslarının nevi şahıslarına ne denli önem farz ettiğini bilmeyenler içinse, uyumak için neden böyle bir yeri seçtiği sorusu o boş beyinlerini kaplamakta. Onu bu halde bulanlar ne düşünürse düşünsün her halükarda böyle güzel bir Tanrı vergisinin yerle iştirak olması asla ama asla kabul edilemez. İşte o sebeple kısık seslenişler yerini çekinik adımlarla mesafeyi kapatan hizmetçilere, onlardan da neredeyse senkronize yakılan feryatlara bıraktı ve doluştu avluya İdil Hanım’ın ihtiyaçlar hiyerarşisi. Arka plan seslerini bir kenara atarsak, yerde yığılı ölü zadelerine üzülmeyi hakedecek asıl beş kişi bulunmaktaydı. İlki göz açıp kapayıncaya kadar tüm bu curcuranın arasından silkilip güzide öğrencisine ulaşmış akıl hocası, ikincisi kendisini başarılı bir mülazım olarak kanıtlamış gurur kaynağı evladı, üçüncüsü gönül eğlendirdiği sabahlar olmasın metresi, dördüncüsü malikanenin güvenliğinden sorumlu gardiyanı ve son olarak evin getir götürüyle uğraşan levazımcısı. Herhalde tesadüf olsa gerek, İdil Hanım’ın saydığım tüm bu pervaneleri neredeyse aynı anda başına üşüşmüş, o biricik bedeninin etrafında bir yuvarlak oluşturup hanımefendilerini dışarının kirli ellerinden korumuştu. Dışardan olup biteni çözmeye çalışan yaramaz gözler için ne kadar da kışkırtıcı! İnci dişlerinden kendini tutamayıp sızmış o pıhtılaşan kırmızının yavaşça yerini soluk siyaha bırakması… Sanki vücudu bir kez ölecek kadar soysuz değil ve geçen her bir dakikada tekrar tekrar ölüyor İdil Hanım, kendilerine yaraşır bir biçimde. Merhumun vefatı bile bu kadar romantik hezeyanlar oluşturuyorken nasıl ölmüş olduğu konusu akıllara zarar ve ziyadesiyle ziyan. Kalbine hedef alınmış isabetli bir hançerin ölümüne sebep olduğu ve bağrı ile bıçak arasına sıkışmış ince bir sahifenin kanla kaplanmış okunabilir birkaç mısrası gözlere çarpıyor akabinde:
Sa b ya lar ağar ışlar
Ne o y ks misaf ri mi v r?
Cenneti sardığın bu eve,
Ölüm görücü geldi.
Kanlar kırmızısı Gülnihal
Artık korkma olur mu?
Korktuğun kara kışın
Bağrında açacaksın sen
Yalancı bir baharda.
Kimse cüret edip de ne saplı hançere ne de hançere saplı nota dokunmadı. Dokunmaya da gerek yoktu zaten. İlginçtir ki ölüm yerinde biten bu kağıt parçasına bulaşan kan, mısraların kimi yerlerini bulanıklaştırmış; kimi yerlerini özenle vurgularcasına kaplamıştı. Çok ama çok soğuk servis edilmiş bir intikam yemeği değil de neydi bu sahne? Böyle anlarda düşünmenin, hele de detaylı akıl yürütmenin ayrıcalıklı olanlara biçilmiş bir lüks olduğunu ivedilikle hatırlatmak gerekirdi. İdil Hanım’a yıllar yılı çeşitli ilimlerde yol göstermiş, zaten mükemmel doğmuş bu genç kadını kusursuzluğuna erken ulaşabilmesi adına; sanat, felsefe, edebiyat alanlarında bileylemiş akıl hocası, tam da bu sebeple devreye girdi:
-Odayı derhal boşaltın salaklar! Yaşayıp yaşamadığını anlayana kadar herhangi biriniz bu odada bir adım dahi sarfetmeyecek! İlk önceliğimiz İdil Hanım’ı yaşatmak.
(bu söz ağzından çıkarken yavaşça diz çökerek merhumun nabzını yoklamaya çalıştı)
-Kimse odayı boşaltmayacak hayır! Asıl salaklık faili avcumuzdan kaçırmak olur. Onu çoktan kaybettiğimizi görmüyor musun? Onu öldüren aşağılığı kaybedersek her şey boşa gitmiş olacak. Şüpheliyi tespit edene kadar tek bir adım dahi atan olursa tabancamla delinir ona göre!
(muhabbete bodoslama dalmış genç adam, daha da kaybedecek bir şeyi kalmamış bir insan edasıyla konuşmuştu)
-Sana neyi yapacağımızı sormadım, sana ne yapacağımızı söylüyorum! Diye bağırdı yaşlı adam. Ona müdahele edebilecek bir doktor bulana kadar alanı boşaltmalıyız ki o ufak şansımızı da çarçur etmeyelim.
Silahını doğrudan doğruya yaşlı adama çevirmiş bu genç subay tavana yapmış olduğu ilk uyarı atışından sonra niyetinin oldukça net olduğunu önce odayı işgal eden kalabalık güruha, ardından da muhattap olduğu akıl hocasına iletti. Ve ekledi:
-Bu saniyeden sonra tebliğ ettiğim nizamı bozmaya cüretkar herkes kendini pek ala ölü sayabilir.
İdil Hanım’ın ihtiyaçlar hiyerarşisi dediğime bakmayın, onun için kendilerini böyle bir olayın ilk anında riske atacak kadar tutkulu sade iki kişi çıkmıştı sonuçta. Bir diğeri oğlu, göz bebeği, o gurur duyduğu subayıydı. Diğer üç kişi bütün bu kaos ve duygu seli arasında-sanırım taze sıkılmış bir tabancanın ve yerde yatan düpedüz bir ölünün de bu donuklukta etkisi olacaktır- ağzını açmaya dahi derman bulamamıştı. Onlar avam değildi ya, olamazlardı değil mi? Ha doğru! Onlar da İdil Hanım’ın biricikleriydi ama korkmuşlardı biraz sadece, evet evet korkmuşlardı. Hem tansiyonu bir nebze azaltmak hem de verilecek tepki sırasında en azından üçüncü sırayı kapabilmek adına metresi konuşmaya dahil oldu:
-Kimsenin kimseyi öldüreceği yok, lütfen; buna gerek de yok. Acımız çok ama çok taze. Daha yeni avluda oturmuş muhabbet halindeydik ya hani! Siz ikiniz varlığın ihtiyaçları üzerine tatlı bir atışmadaydınız. Biriniz ruhu biriniz bedeni önceliyordu. Uzun yoldan da gelmiştiniz ya yorgundunuz haliyle. Gündemimizde yalnızca İdil Hanım’ın yeni yaşı vardı, hatırlayın!
Sesi son cümlelerini sarf ederken çoktan çatlamaya yüz tutmuş metres iyiden iyiye ağlamaya başlamıştı. Döktüğü gözyaşlarının sebebi ortamı yumuşatmaya yönelik istemsiz bir reaksiyon muydu? Ya da verdiği tepkinin hakkını teslim edecek bir şov? Belki de sevdiği kadının ellerinden bir anda kayıp gitmesiydi. Hangisi olursa olsun bu kısa tirat ortamı yumuşatmaya, en azından önümüzdeki birkaç dakika içersinde cinayet mahallini birinin daha ölmeyeceği bir yer haline getirmeyi başarmıştı. Sahi birbirlerini neden öldürselerdi ki? Önlerinde kimin haklı olduğundan da öte önem arz eden bir ipucu durmaktaydı, kanla kaplı garip bir şiir. Mülazım kınına tabancayı sokadursun hoca da nabız aradığı bilekten ellerini çekip doğrulmuştu. Herkes –Olay üzerine tek kelime etmemiş o son iki koltuk değneği dahil- şiire bön bön bakmaktaydı.
“Kanlar kırmızısı Gülnihal…Gülnihal…Gül?”
Şiirin ne başı ne sonu dikkatlerde kalmış, ironik bir şekilde kuruyan kanın ortaya çıkardığı bu dize zihinlerde yankılanmıştı. Gül neydi acaba, neyin timsaliydi? Önce bunu anlamak lazımdı. Düşünmeye koyuldu İdil Hanım’ın şürekası. Daha da gevezeliği yapılacak bir romantizm kalmamıştı artık. O tatlı veda yerini iyiden iyiye ölümün gerçek yüzüne, mükemmel bir canlının bile kaskatı kesilmiş vücudundan yayılan kesif kokulara bırakmıştı. Başlangıcında yoğun duyguların derya deniz olduğu bu sahne, başında dikilenleri bir an önce bu travmadan kurtulabilmek adına önlerindeki minik bulmacanın detaylarında kaybolmaya, kendi hatırlarını kurcalamaya itti.
Anımsamaya koyuldu hoca, gül onun için neydi? Gül ile bülbülün serenadı geldi aklına, küçüklüğünden dilinin ucuna hatıra kalmış birkaç mısrayı tekrarladı:
Bülbül güle gül dedi
Gül bülbüle gülmedi
Bülbül güle
Gül bülbüle
Yar olmadı gitti.
Gül onun için zıtlıkların birlikteliğiydi. Gül ile bülbülün aşkı, aşkın maşuk olduğu yolda dikenine katlandığı meşakkatiydi. Kimi zaman bir çocuğun ağzına dolanmış bir tekerleme, kimi zamansa kavuşanı olmayan bir aşkın tek hatırasıydı.
Biricik oğlana geldi sıra. Koca adam da olsa asla büyüyemeyecekti, anasının biricik evladı. Düşünceleri de ona biçilmiş küçük yaşa uygundu. Çocukluğuna gitti o da gülü düşünürken, daldı hayaller dünyasına:
Dedesini ziyaret ettikleri yazları anımsadı, hatıratında çiçekten çiçeğe konan arılar, bahçenin ortasına dikili koca bir çam ağacı, mütevazi bir çardak ve tüm bunları gölgeleyen salkım söğüt ağacı… Sorduğunu hatırlıyordu geçen her yaz kendisine, bu kadar çiçek niye vardı? Dedesinin arıları olduğunu biliyordu da bu kadar ekili, renge renk cennet bahçesi birkaç arıya reva mıydı? Bir gün cesaretini toplamış olsa gerek sorusunu dedesine sormuş cevabını da almıştı. “Bu dünyanı nasıl donatırsan evlat, öbür dünyan da aynı öyle olacak. Cennet insan kadar gerçekçi, insan aklının hudutlarına sığacak ölçüde anlamlı. Hayatta bu vesileyle sınandığımız her imtihan aslında feragat ettiğimiz maddiyatın sonsuz, bilemedin öbür dünyada çok ama çok büyük bir karşılığı… Gül bahçenin bağrında sarmaşık olur mu evlat? O yüzden donatıyorum gönül bahçemizin bağrını, döşüyorum ki bu bahçeyi, cenneti beklemeye gerek kalmasın.”
Sıra sıra muhayyellerine düşmüş çıkamayan kalabalık, ağızlarından salyalar akarcasına hatıralarını deşerken sahneyi bir de metresimize bıraktı. Anımsıyordu metres, gül onun için ne olmalıydı? Belki de ne olmasını isterse o olmalıydı. Birkaç parça yaprağın boyalı sarmalı. Yok yok bu kadar basit olamazdı. Daha sırada bir adet gardiyan bir adet levazım vardı, bu açıklama onlara yakışırdı. Düşündü durdu, sonunda anlamlı bir hatıra buldu:
Kız istemeye görücü varılan evde önlere konulan bir ikramın kokusunu duymaya başladı. Buram buram gül kokan taze bir şerbet. Eğer aday beğenilmemişse yanında suyu konulmamış sade bir kahve ikram edilir, eğer sınav geçilmiş ve kısmet kapılarını aralayacak bir aday çıkmışsa gül suyu katılmış soğuk bir şerbetle uğurlanırdı. Burada esansı şerbete işlenmiş gül adetin, geleneğin ve hayırlara vesile bir işin habercisiydi. Damat adayı ise şerbeti dudaklarına vurduğu anda sözsüz uzlaşılmış bir iffetin nişanesi.
İffet, namus ve gelenek sarmalında anlam eşeleyen metres bir yana, şu vakte değin ağzını açmamış gardiyan düşüncelerini açmaya karar verdi, girişti gülün anlam arayışına:
Gençliğinde pare pare ettikleri gül yaprakları düştü aklına. Birilerini korkutmak veyahut kendi aralarında yarışmak maksadıyla yumruklarının başına sıkıştırdıkları güle nasıl da vurduklarını anımsadı. Çıkan ses komik bir patlama sesinden ibaretti ve fakat hayatları daha da ciddileşmeden önce gülerek eğlendikleri muzip bir andı. Hiç unutmamıştı, bir gün su başına varmış bir koca karıyı aynı patlama sesiyle neredeyse canından etmişlerdi. Ninenin sanki yüreği patlayacaktı. Ne de komik!
Siz renk vermemesine hiç bakmayın, sıradaki levazımcı böyle kamburu çıkık, sersefil, öteki bir adam asla değildi. Sanki hayatı içedönük yaşıyordu da genel olarak dışarıya reaksiyon vermeyi öncelemiyordu. Onu şu vakte değin “varsaymış” herkese karşı kayıtsız, tamamen kendi kafasında yaşayan bir insandı. Zahmet etmedi, o da elinden geleni ortaya koydu ve gül mevhumunun aklındaki karşılığını taradı:
Gül tohumu ilkbaharın erkenci vakitlerinde ekilen, çok su istemeyen ve büyüdüğü vakit budaması yapılan sıradan bir çiçekti. Ha bir de kışın ekilmemeliydi malum, yoksa ölürdü.
Dakikalar saatleri kovaladı ve orada öylece bekledi koltuk değnekleri. Hayatlarından bu ölüme dair hiçbir iz, hiçbir ipucu bulamamışlardı. Sanki yıllar önce dakikası dakikasına muhasebesi yapılmış bu senaryonun güzide aktörleriydiler de seyircilere çaktırmıyorlardı. Kime ne bana ne? Hayatlarına bir yerde dahil olmuş bu kadına kendi etlerini, derilerini ne denli yapıştırmış olduklarını sonradan çektikleri acıyla beraber daha da net anlamışlardı. Ölen geri gelmiyor biliyorsunuz. Günün sonunda bir kadın ölmüştü ve bu kadınla beraber eklemlenmiş beş insanın beş parçası. Yarım yamalak devam edildi hayata tabi. İdil Hanım’ın beş çıkıntısına(iki kol, iki bacak, bir de kafa) biçilmiş beş koltuk değneği…
Comments