top of page
Ara

YİNE BİR GÜLNİHAL

Hafif esintili bir teşrîn-i evvel sabâhı, Enderûn Mektebi’nden akseden Sabâ makamlı bir ilâhî, şu rûzigârla boy ölçüşebilecekmişçesine inlemekteydi. Hangisi daha şiddetli ve nüfuzlu, söylemek güçtü doğrusu. Hâsılı, oradan tesâdüfen geçenler de mutasavvıfâne bir merakla bu suâli düşünedurdu. Lâkin şüphe yoktu ki o têsirli neyi üfleyen mâhirâne neyzen, cümle ilm-i şerîf âlimlerinin tanıdığı, İsmâil Efendi’den başkası değildi. Zât-ı âlileri, talebelerine mûsikî dersi verdi miydi, mektebin civârından geçenlerin yüzünde nur ve ihlastan noksan bir ifâdeye rastlamak mümkün olmazdı zîrâ mevzûbahis ney üstâdı, huşû ve aşkla üflerdi ciğerindeki nefesi.

Saray-ı Hümâyun’un baştabiplerinden olan Halil Bey, Enderûn yakınlarından geçer iken efendinin icrâsını ayrımsamış; nitekim, kendisiyle hasbihâl edip diyeceği birkaç mühim kelâmı da aradan çıkartıvermek adına, mûsikî dersinin nihâyetlenmesini, avludaki fıskiyenin teskin edici berrak âb-ı hayâtını seyre dalmış vaziyette beklemeye başlamıştı.Bir müddet sonra da talebelerin hemen ardından mektebi terk ediveren efendiyi görünce hışımla koşup ihtiyarın dibinde bitmiş; beyhûde hoşbeşin akabindeyse, asıl meseleye dâir sözlerini telâffuz etmeye girişmişti: “İsmâil Efendi, size arz etmem îcâp eden bir mes’ele var. Gülnihâl Kalfa’yı nikâhladıkları şu nevcivân var ya, meğer cüzzamlı çıkmış! Bizim kalfa bunu öğrendi miydi, apar topar evi terk edivermiş. Gidecek kapısı da olmadığından benim fakirhâneye sığınmak istemiş. Mâlûm, Beyhan Sultan da bundan gayrı yüzüne bakmaz mehlikamın.”

“Gözün aydın Halil Bey! Onca zamandır Gülnihâl diye başımın etini yersin, en nihâyetinde kavuşmuşsun mâşukuna işte,” diye yanıt verdi İsmâil Efendi hınzırca.

“İyi hoş dersin de hâtun hâlâ daha nikâhlıdır,” dedi baştabip.

“Yâhu sen demedin mi hâtun, herifte cüzzam var diye kaçıp sana varmış, hı?” diye suâl etti efendi. “Dedim, dedim de hâtun daha kızoğlankız olsa bile, nikâh âhdinin iptâli için onca külfet ve zahmet gerek. Hâtun bir kişinin koca boşaması kolay şey mi allâsen?” diye serzenişte bulundu Halil Bey. “Ben bilmem onu Halil. Tez git de kadı efendiye suâl et bunları, haydi!” diyerekten baştabibi kışkışlayan İsmâil Efendi, bîçâre adamcağızın hemen ardından gelen ağanın ikrâr ettiği üzere, Pâdişâh’ın huzûruna çıktı. “Hoş geldin Dede Efendi,” dedi Pâdişâh. İsmâil Efendi, başını hürmetle eğip candan bir biçimde tebessüm etti. “Mâlûmundur ki Saray-ı Hümâyun’a, Fransızlar teşrif etmiştir. Evvelki gün, kendileri, Alafranga mûsikî ile bizlere bir konser vermiş; gerek zât-ı âlimi gerek de kıymetli mûsikîşinaslarımızı ihyâ etmişlerdi.” “Bilmukâbele, hünkârım,” diyerekten tasdikledi efendi.

“Velhâsıl, yarın ise biz, Alaturka mûsikîmizi onlara takdim edeceğiz. Bu minvalde, size ve de san’atınıza gönülden inanıyorum efendi. Yüzümüzü kara çalmayın,” dedi Pâdişâh lâkin hünkârın son cümlesi, ricâdan ziyâde bir emir yâhut da tehdit idi. Peçesinin ardında şöyle diyordu hazretleri: Sakın ola Fransızlara, bizleri hor görme fırsatı vermeyin.

“Siz hiç merak buyurmayın hünkârım,” diyen İsmâil Efendi, o gece dâiresine kapandı. Kâh yazıyor kâh da neyini üfleyip son bestesini mûsikîye döküyordu. Lâkin ne var ki bu beste, hiç de onun kaleminden çıkmış gibi durmuyordu. Efendi, bir eğretilik, olmamışlık ve sûnîlik sezinliyordu. Alaturkadan çok, Alafranga edâsı veriyordu bu şarkı ancak yapacak bir şey yoktu. Zâten onca beste ve güfte icrâ etmişti, biri de böyle olsundu, ne olacaktı ki?

Ertesi sabah, İsmâil Efendi, öbür mûsikîşinaslarla, hânende ve sâzendelerle birlikte, Fransızların huzûruna çıktı. Pâdişâh Efendi, esâsında, Dede Efendi’ye gâyet îtimât etse de bu mâhir mûsikîşinasın usûlünü, Fransız müzisyenlerin beğenmeyeceğini, takdir ve tebrik yerine, yergilere mâruz kalacaklarını zannediyordu zîrâ ona göre, ilm-i şerîfin asıl erbapları, bu Avrupalı ecnebî tâifesi idi. Fakat Dede, Pâdişâh’ı bir kez daha yanıltmayı başardı. Tambur, ney, kânun, kudüm ve kemençe, İsmâil Efendi’nin şu son bestesini çalmaya başladı mıydı, hem Fransızlar hem de Pâdişâh duralayıvermiş, kulak kesilmişlerdi. Semâî usûllü ve Rast makamlı bu şarkı, Fransızlar için, Alaturka sazlarla icrâ edilmiş bir vals idi. Nitekim, hazretleri de bundan farklı düşünmemişti. Ve birazdan, İsmâil Efendi, sâzendelerin hemen akabinde hânendeliğe girişip son bestesini icrâya başlamıştı. “Yine bir Gülnihâl aldı bu gönlümü

Sîm ten, gonca fem, bîbedel ol güzel

Ateşin ruhleri yaktı bu gönlümü

Pür edâ, pür cefâ, pek küçük, pek güzel

Alaturka konser sonlandıktan sonra, gösteriden yana pek memnun görünen Pâdişâh, İsmâil Efendi’yi yine huzûruna çağırdı. Hâlbuki, hünkârın gâyesi, bu defâ efendiyi îkâz etmek veyâhut da tembihlemek değil, ihyâ etmekti. Binâenaleyh, ona şöyle söyledi: “Bugün gönlümü ziyâdesiyle hoş eyledin Dede Efendi. Dile benden ne dilersen gayrı.”

İsmâil Efendi, tevâzuda diretse de Pâdişâh’ın inatçılığı sonunda gâlip geldi ve yaşlı mûsikîşinas da derûnî arzusunu dile getirmeye karar vererek hicapla söze girdi: “Hünkârım, tek bir arzum vardır. O da, yüce rabbin kutsal topraklarına yüz sürmektir. Sizden ancak bunu dileyebilirim.”

“Hayhay, Dede Efendi,” dedi Pâdişâh ve derhâl adamcağızın dileğini yerine getirmek adına emir yağdırdı. İsmâil Efendi, çok geçmeden, Hac ziyâreti için hazırlanır bulundu. Zât-ı muhteremin, hâlihazırda, azıcık bir eşyâsı vardı. Nitekim, bunları bohçaladı ve birkaç dostundan da helâllik alıp seyahât edeceği gün, arabacının gelmesini beklemeye başladı. Bu sırada, kan ter içinde ona doğru gelen baştabibi fark edip şaşalayıverdi zîrâ onu, mektebin önünde rastlaşmalarından beri görmemişti.

“Bre efendi, Hacc’a gidermişsin, insan bir haber eder, helâllik almaya gelir,” diye tatlı bir sitem e tti Halil Bey. “Hem nereden çıktı şimdi kutsal topraklara yüz sürmek? Daha Gülnihâl’imle dahi tanışmadan nerelere gidersin böyle, hı?”

“Allah mes’ût etsin,” dedi İsmâil Efendi, içtenlikle. “Pâdişâh Efendimiz, çok şükür ki kırmadılar, ölmeden önce yüce Allah’ın topraklarına yüz sürmeme müsaade ettiler. Ömrü bol olsun. Eh, hâsılı, Hacc’a giderim.” “Hakkını helâl et mâdem efendi,” dedi Halil Bey.

“Helâl olsun. Sen de et,” dedi İsmâil Efendi. “Mâlûm, gidip de dönememek, dönüp de bulamamak var.” “Ağzını hayra aç efendi, haydin, selâmetle!” dedi baştabip lâkin ondan sonra, ne o, Dede Efendi’yi gördü ne de Dede Efendi, ayak basmaya niyet ettiği o kutsal toprakları görebildi... Kulağında son bestesi, âidiyetsiz şu parçayla, âlem-i bekâya vardı. Yine bir Gülnihâl...

68 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


© Copyright
bottom of page