SIRÇAYA DAİR
- Yasemin Güngör
- 2 gün önce
- 5 dakikada okunur
Sabah uyandığımda yoktun.
Sensiz günler geçmiyor Feza. Ne yapacağımı bilmiyorum, yokluğunla nasıl baş edeceğimi, burada olmadığın her bir an duvarlar daha da üstüme gelirken, nefes alamazken, hayalinle yaşamımı devam ettirmeye çalışırken ve ettiremezken en çok da kokunu duyduğumda yazlık evin yanındaki yaseminlerin kokusunun sarhoşluğu içerisinde sahile adımladığım zaman, deniz bana seni geri vermiyor, yansımanı görüyorum, gözlerini, vazgeçemediğim dudaklarının belli belirsiz bir silüeti düşüyor gözlerimin önüne, ağlıyorum, gözyaşlarım senin görüntünü siliyor, biliyorum artık gelmeyeceksin, ben de gitmeyeceğim, birlikte kalamayacağız seninle, kalırsak yok olacağız.
O günü hatırlıyorum, o sıcak, Mayıs sabahını.
Evet, yalan söyledim. Buluşacağımız saatten tam üç saat önce oraya gittim, insanları izledim, karşımdaki sandalyenin boşluğu, alay etti benimle, aldırış etmedim, seni bekledim. Beklerken içtiğim kahveler, şimdi anımsayınca küçük bir çocukken annemin yaptığı kurabiyelerin kokusunu hatırlatıyor bana, o günlere geri dönemiyorum, oysa sadece bir anlığına, sadece bir anlığına o kokuyu o an, orada yeniden duyabilmek için nelerimi vermezdim! Ama hayat böyle değil, geri alamıyoruz hiçbir şeyi, yaşanan hiçbir anı tekrar yaşayamıyoruz, tek bir seçim hakkı, o seçimi tek bir yaşayış, ve uçsuz bucaksız bir yolculuk, her seferinde farklı yollara umutsuzca saptığımız. Sen de böylesin, biliyorum, o günlere geri dönmek istiyorsun ama hiçbir zaman o kadar şanslı olamayacağız, şansımızı bir kere kazandık, kaybettik. Tüketiyoruz her şeyi, şansları, yolları, seçimleri, insanları, sevgileri en çok, o küçük bakışları tüketiyoruz, çocukça yürüyüşleri, çimlerde yuvarlanışlarımızı tüketiyoruz, sonuna kadar bir elma şekeri gibi emiyoruz onları, geriye elmanın sapı kalıyor yalnızca, onu gördükçe öfkeleniyor, yenilerini istiyoruz, hep daha çok, hep daha farklı, hep daha heyecanlı ve hep daha beklenmedik! Senin dudakların, elma şekerine benziyor. Sana bunu söylediğime hiçbir zaman inanmadın belki de, fakat sen bana inanmasan da, ben kendi elma şekerimden hiçbir zaman vazgeçmedim; her ne kadar sen çoktan başka tatları, başka gözlerde, başka dudaklarda, başka bakışlarda, başka gülüşlerde, başka sevişmelerde aramaya başlamış olsan dahi.
Üç saat sonra, tam konuştuğumuz saatte, üstünde beyaz bir gömlek, altında keten bir pantolon, beyazlar içinde, saçların nemli, simsiyah, keskin çenene dalgalı iniyor, gözlerin buz mavisi, buğulu camın ardından bile, o sıcak Mayıs sabahında, beni kaskatı kesiyorsun.
Tebessüm ediyorum, kapıdan içeri giriyorsun.
Bahçemiz açılmış. Bizim pastanemizin bahçesi, en ortadaki masada oturuyorum, insanlar ara sıra bana bakıyor, beni seyrediyorlar, üç saattir burada tek başıma oturmamı şaşkınlıkla karşılıyorlar kendilerince, oysa benim aklımda senden başka hiçbir şey yok, tanıştığımızdan beri olmadı, olmayacak, bay ve bayan çok bilmişleri umursamıyorum, hepsinin canı cehenneme, elimde sigaram, bitmek üzere, birazdan bir yenisini yakacağım, yanıma geliyorsun, elinde sana özel ısmarladığım, Fransız tipi çakmak, yakıyorsun çakmağı, ateş harlanıyor, etrafta tedirgin bakışlar, gülümsemeye devam ediyorsun, ilgiyi üstüne toplamış olmanın verdiği mutlulukla küçük bir çocuk gibisin, sana baktığımda çocukluğunu görebiliyorum, öpmek, içime alıp bir daha hiç bırakmamak, hep onunla kalmak istiyorum. Yeni bir sigara çıkarıyorum, yakıyorsun, işte şimdi oldu, der gibi, yüzünde rahatlamış bir ifade, sandalyeni çekip oturuyorsun. Akşamüstü artık, o güzel akşamüstü, ben geldiğimde öğledensonraydı, hep bir şeyleri kaçırıyormuşuz gibi seninle... Gözlerim doluyor.
"Dalgınsın," diyorsun, farkındasın her şeyin, ama her zaman yaptığımız gibi, yine, hiçbir şeyi konuşmuyoruz seninle, öylesine bir soruymuş gibi soruyorsun o yüzden, benim anladığımı bilmene rağmen, eğer konuşursan ne kadar kırılacağımın ayırdındasın, sesin kelebeklerin kanat çırpışından dahi zarif, seni izlerken zaman sonsuzluğa karışıyor. "Ne zamandır buradasın?"
"Yeni geldim," diyorum fısıltı gibi bir sesle kendim dahi duyamadığım, konuyu değiştirmek istiyorum, çabucak neşeli ifademi takınıyorum. "Ne istersin bakalım, kup griye ısmarlayalım mı? Nasıl özledim ama! Oradayken ne zaman arkadaşlarla tatlı yense, aklıma düşüyor, bir şey söyleyemiyorum tabii... Nereden bilecekler sanki?"
"Olur," diyorsun, neşesiz. Aklın karışık, belli. Her şeyi görüyorum Feza, her şeyi anlıyorum, buradan çıktığımız zaman nasıl kendini adaya atacağını, orada kimlerle takılacağını, ben, eve gidip bugün de konuşamamış olmanın verdiği sıkıntıyla yatağıma uzanıp ağlamaya başladığımda senin orada, hiç tanımadığım ve de tanımayacağım bir kadınla sevişiyor olacağını da biliyorum, ama bunu sana söyleyemiyorum, çünkü biz hiç konuşmuyoruz ki seninle, istesek de konuşamayız.
Uzun bir süre, öylece duruyoruz. Bana bakıyor, beni izliyorsun, aklımdan geçenleri okumaya çalıştığını, mavi gözlerindeki harelerin şekillerinden anlayabildiğime dair kuvvetli bir inancım var, ne zaman bakışsak, gözlerin buğulanıyor. İşaret parmağın, şakağına yaslı, düşüncelisin, ara sıra dudaklarını yalıyorsun, bakmamaya çalışıyorum, dikkatim dağılıyor, sadece oradan kalkıp gitmek istiyorum bir anlığına, oysaki nasıl da güzel bir gün, güneş tenime vuruyor, sen beyazlığınla gölgedesin, ara sıra ışık gözlerine gelince gözlerin kısılıyor, gözlerinin kenarlarındaki çizgiler, seni adeta bir heykele çeviriyor, kendimi senden alamıyorum, almak da istemiyorum, hiçbir zaman da istemeyeceğimi çok iyi biliyorum. Tebessüm ediyorsun. Saçların kurumaya başlamış, rengi biraz daha açık duruyor, koyu kahverengi gibi sanki, az önce içtiğim kahveler gibi, rüzgar yüzüme kokunu çarpıyor, mutluluktan ölecek gibiyim, beni kendime getiren, senin sesin oluyor, umarsız sesin, soruyor: "Gidelim mi?"
Nereye olduğunu bile sormuyorum, evet, anlamında başımı sallıyorum, aynı anda kalkıyoruz, bir anlığına çok yakınız, başka bir anlığına çok uzak, dar koridorda yan yana yürümeyi başarmamız mümkün değil, beni önüne alıyorsun, kasaya gidiyoruz, cüzdanından paralarla beraber ülkelerden topladığın pullar dökülüyor, o pulları oraya koymamanı, bir yerde düşürüp kaybedeceğini söylemiştim, yüzümde dalgın bir ifade olduğunu kendim dahi ayrımsayabiliyorum, hesabı ödedikten sonra, yan yanayız artık, elin elimin hemen yanında, dışarı çıktığımız an meydanda kırmızı bir araba hızlıca üstüme sürüyor, beni belimden tutup kendine çekiyorsun, kalbim bir anlığına duruyor, derin bir nefes veriyorsun, sesini artık hiç duyamıyorum, konuşmuyorsun benimle, öfkeli olduğunu ellerindeki damarların belirginleşmesinden, bembeyaz teninin üstünde yeşil parlaklıktan anlıyorum, tek kelime etmeden Erenköy'deki eski evimize doğru yürüyoruz.
Eve girdiğimizde anahtarı portmantonun üzerine bıraktım, bu ev dedemden kalmıştı. İlk tanıştığımız zaman, sana bu evden bahsetmiştim, hatırlıyordun. Hani o en karanlık kış günlerinde bile hep güneş alan, yayları gevşemiş kanepelerin üstünde otururken buz gibi bir akşamüstünde bile güneşin yüzüme vurduğu, bayram sabahlarında bizi yuvarlak masanın etrafına her seferinde daha da güçle bağlayan, en azından öyle olduğunu zannettiğim, daha sonrasında içindekileri bir bir kaybeden, her gidişle benim de bir parçamı bıraktığım, ve artık geriye benden hiçbir şey kalmayan, sadece panjurun üstüne çizilmiş boy ölçülerimin durduğu o evden sana daha o ilk gün bahsedişim, seni gördüğüm an tanımamdandı. "Ben seni tanıyorum," demiştim, gülümsemiştin. Gamzelerini ilk o zaman görmüştüm. "Biliyorum," demiştin, "ben de seni."
Neden bilmem, yaşlıların evlerinin hep aynı kokuya sahip oluşu, tüm bu birbirinden farklı insanlara, farklı hastalıklara, farklı yaşantılara ve farklı anılara ev sahipliği etmesine rağmen; umutsuzluklarındandı belki de. Umutsuzluğun kokusuydu duyduğum, o insanları kaybetmiş olsam dahi, evdeki umutsuzluğun gitmeyişiydi beni buraya daha da bağlayan, belki de yeniden burada bir şeyleri yaşatmayı istemek, ama sonra daha da büyük bir umutsuzluğa kapılmak her seferinde ve boğulmak, dibe battıkça çıkamamak, içeri giren ışığın dahi gözlerimi ve aklımı kör edişi artık.
Bu yüzden hissettim. Eve gelip anahtarı bıraktığım zaman, antreden salona geçip, arkamı dönüp seni bulduğumda, gözlerindeki korkuyu hissettim. Beni kaybetme korkusunu gördüm gözlerinde. Ne kızdın, ne bağırdın, ne de kötü bir şey söyledin bana, sadece bir cümle, ikimizin arasında yaşanmış ya da yaşanacak her şeyi kökten değiştirdi: "Sen yanımdayken, içimdeki boşluk hiçbir zaman yalnızlığa dönüşmüyor, gitme."
Gitmedim.







Yorumlar