Bîçâre câriye, pencereden Konstantiniyye’nin sûretine bakınıyordu. Bilhassa güzün, kızılca
yapraklar yeryüzünü örtüp ortalığı kan gölü misâli bir manzaraya bürüdüğünde şu çakırcana
gözleri fer fecir okuyan, tâzecik ve körpecik hâtun, tebessüm ederdi müstehzi bir edâyla. Zira
hazan mevsimi geldi miydi, kudretli Pâdişah’ın pek hırslı ve mağrur hasekileri, celallenir ve
meseleler çıkarırlardı şüphesiz. Cihan görmemiş şu toy halayıksa onların iktidar azmine mânâ
veremez, hissettikleri aşkın duyguları da eyledikleri taşkın amelleri de benimseyemezdi.
Gerçi, bu defa, hanım sultanların tiz nidâları değil; Vâlide Sultan’ın içli, acılı ve azâmetli
haykırışları olmuştu Saray-ı Hümâyun’u ayağa kaldıran.
“Hayrola?” diye soruverdi câriye, haremdekilere. Lâkin kimseciklerin bir şey işittiği yâhut
bildiği yoktu henüz. Mamâfih, birçoğu, pek felâket bir ihtimalde mutâbıktı. Nitekim, hakikati
öğrenmeleri de pek sürmedi. Harem kalfalarından biri, onlara olanı biteni ikrâr etti:
“Pâdişahımız, Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. Başımız sağalsın.”
Câriyeler, kalfalar, ağalar ve dahası, o gün, merhum için gözyaşları döktü ortalık sel
olurcasına. Ancak tüm o feryatlar dindiğinde Pâdişah’ın pek beğendiği o çakır gözlü câriyesi,
bir kâtip ağaya gidip Rum lisanında birkaç satır yazdırttı ve onu, Amasya’ya yollamasını
tembihledi.
Amasya Sarayı’nda, sükûn içerisinde oturmuş, rüzgârın ıslıkları kulağında, renk renk
yüzüklerle bezeli eli okuduğu kadim kitabın sayfalarında ve diğer eliyse yeni pişmiş taptaze
kahvesinin tüttüğü fincanında bulunan haseki, saadet dolu teneffüs ediyordu ki içeri, hoppa
hatunlar misâli kırıta kırıta yürüyen amma sultanın pek sevdiği, sâdık, civan bir ağa girdi ve
ona, Rum lisanındaki mektubu okudu.
“Yüce Rabb’im, mekânını cennet eylesin! Lâkin imdi vakit, harekete geçme vaktidir,” dedi
haseki. “Ağa, tez git, Manisa’daki yandaşlarıma haber sal. Her şey tahayyül ettiğimiz gibi
ola. İlâveten, Konstantiniyye seferi için de hazırlıklar başlana!”
Amasya’daki Dilâşub Sultan, şehzâdesini alıp tez pâyitahta doğru yol alırken Manisa’daki
Dilrubâ Sultan, bu sarsıcı haberi öğrendi beri karalar bağlamış fakat sonrasında, kızının
verdiği akıllar sağ olsun, Dilâşub’un hinlik edeceği fikri neticesinde mukâvemet göstermeye
davranmıştı. Mamâfih, evvelâ, şehzâdesini cülûs için hazır edip sonrasında biricik kızını da
yanına alan Dilrubâ Sultan, Amasya’daki baş yağısı, düşmanı Dilâşub’dan evvel Saray’a
varmak sûretiyle Vâlide Sultan’ın eteğini öpüp yüz sürmeyi, akabinde de civanmert
şehzâdesini tahtta görmeyi umuyordu.
Onlar, Manisa’dan Konstantiniyye’ye doğru yol alırken Dilrubâ Sultan, bir aralık öylece
duralamış ve kehribar didelerinde mâzinin melun hâtıraları zuhur etmişti. Gözleri, kızgın
yalımlarla bezenmiş, tutuşan kuru dalların çıtırtılarıyla aksetmiş ve dinmez yangınların
hezimetiyle serzenmişti. Kızı, biricik Mahpeyker’i, mahzun bakışlarla seyrettiği vâlidesine
sormuştu: “Neyiniz var vâlideciğim? Gözlerinizdeki, çehrenizdeki bu ifade, pek şenaat dolu
zannederim.”
“Kadersiz yavrumu, Nur’umu düşünürüm Mahpeyker’im,” dedi haseki yeis dolu gözlerle.
“Etmeyeydi Rabb’im bizi ondan, almayaydı tâzecik canını.”
Kızcağız, vâlidesini teselli edip biraz olsun yatıştırdığı vakit, arabaları duralayıverdi
apansızca. O esnâda, karşı iskemlelerinde uyuklar vaziyette duran şehzâde de uyanmış
bulundu ve sual etti: “Hayrola? Noluyor vâlideceğim?”
“İmdi anlarız evlâdım,” diyen Dilrubâ Sultan, başını dışarı çıkarıp bakındığında dehşete
uğrayarak döndü gerisingeri. Arabalarının önü kesilmiş ve ateş açılmıştı onlara doğru. Mamâfih ne arabacı ağa sağ kalmıştı ne de muhafızlar. Her biri imamın kayığına binmişti
çoktan. Ondan ötürüdür ki yoğun bir korku dalgası, sarıp sarmaladı onları. Nihâyetinde
eşkıyalar onları da öldürmeye geldiğinde şehzâde, kılıcını çıkarıp üzerlerine atıldı ve ardı sıra
bağırdı: “Vâlide, Mahpeyker! Siz tez kaçıverin! Gidin gayrı, haydi!”
Haseki, ilkin hık mık etti, şehzâdesinin önüne atılmaya çalıştı ancak kendini kurban
etmekten başka bir şey olmayacaktı bu. Binâenaleyh, oğlunun sözüne uyup Mahpeyker’le
gerisingeri arabadan kaçıp koşturdular ormana doğru. Lâkin peşlerine düşenlerden biri,
hasekiyi yakalayıp yaka paça arabanın olduğu patikaya doğru sürükleyince Mahpeyker,
nefesi tükeninceye değin koşmaktan gayrı bir devâ bulamadı kendinde. En sonundaysa
kızcağız, takâtini yitirip bir yere yığıldı kaldı ve saatler sonra, birkaç kişinin dürtükleyip ses
etmesiyle kendine geldi.
“Eyüsün ya hâtun? Nen var bre?” dedi kalender giyimli bir adam. Mahpeyker, adamların
mâhiyetini, nereden gelip nereye gittiklerini öğrendikten sonra dedi ki: “Yolumu kaybettim
zağar. Ben de Manisa’ya gidecektim.”
“Atla o zaman hâtun,” dedi ağa ve sultan, onların arabasına bindi. Maksadı, Manisa’ya
dönüp olayı Saraylılara haber vermek ve anasıyla kardeşinin âkıbetini öğrenmekti. Hülâsa,
iskemleye geçip derin derin teneffüs ederken köşeye sinmiş bir hâtunu fark etmesiyle irkildi.
Hâtun, gözünü ayırmaksızın onu izliyordu amma üzerindeki pespâye kaftandan ve süklüm
püklüm hâlinden onun varlığını ayrımsaması güçtü.
“Hikâyen ne ola hâtuncuk?” dedi garip gurebâ kadın. Ardından, sultan daha ağzını
açmadan devam etti: “Dur, yormayasın kendini,” dedi ve kızın elini sertçe tutup gözlerini
kapattı. “Kamer, soyunuza bir kudret bahşetmiş kızım. Adamların kılıçla, savaşla dâim
ettiğini sen ve senin gibileri, kızcağızım, ilimle ve o kudretle idâme ettirecek.”
Mahpeyker Sultan, garâbet hâtunun sözlerine anlam veremedi ve vardıklarında Manisa’ya,
derhâl saraya gitmeye meyil etti. Lâkin ne var ki çoktan tahta şu Dilâşub’un oğlu geçivermiş
ve Manisa Sarayı’nda tehdit ne var ne yoksa ortadan kaldırmış, boğdurmuşlardı. Mahpeyker
de öldürülmek üzere aranılanlardan biriydi. Binâenaleyh, sultan, saraydan tamamen uzaklaşıp
fakir fukarâ bir hayat sürmeye başladı. Yoktu gideceği bir kapı. Çâresizdi. Nâçardı filhakika.
Günlerden bir gün, Mahpeyker, ıssız bir handa otururken arabada gördüğü o hâtunla
karşılaştı. Sultan, onu gördüğü vakit önce bir şaşkınlık, sonra da pek deruni bir saadet hissetti.
“Burada işin ne kızım? Senin vazifen, Konstantiniyye’de,” dedi hâtun, daha onu görür
görmez. Mahpeyker, hâtuna sordu soruşturdu amma kadıncağız, ser verip sır vermedi. Esrarlı
esrarlı konuşmaktan gayrı tek bir kelâm etmedi. Bunun üzerine de sultan, Konstantiniyye’ye
gitti.
Kaçak göçek Konstantiniyye’nin Arnavut kaldırımlı sokaklarına ayak basma şerefine nâil
olan Mahpeyker, evvelâ görünüşünü, saçını, şahsiyetine dâir neyi varsa değiştirdi ve hareme
câriye diye girdi. Haremde, taşlıkta bir gün, Vâlide Dilâşub Sultan’ı görüp celallendi içten içe
amma öfkesine yenik düşmedi, sabırla ve sebatla bekledi.
Mahpeyker, Vâlide’ye kendini “Mostarlı Gabriyela” diye tanıtmıştı. Günbegün Dilâşub’un
gözüne girmeye başlamış, kimi kimi de Pâdişah’la halvet olmuştu. İlk başta, ölesiye
iğrenmişti daha önce bir iki defa ya görmüş ya görmemiş bulunduğu kuzeniyle baş başa
kalmaktan, sonrasındaysa kanıksamış ve Vâlide’nin de Pâdişah’ın da yoluna gitmişti. Çok
dikkatli olmalıydı.
Bir gün, yaşlıcana bir ağa geldi hareme ve Gabriyela’ya yaklaşıp şöyle dedi: “Gel benimle
hâtun, sana göstermem icap eden şeyler olacak.”
Mostarlı, ağayla birlikte eskice bir mahzene geldi. Mahzenin ilerisinde eski maun bir
sandık vardı. Üzerindeyse Lunam Adversus yazıyordu. Gabriyela, Latin lisanına hâkim
olduğundan, hemencecik tercüme etti bunu: Ay yüzlü. Mahpeyker. Yazılanı anlayıp neşeyle
ardına döndü ki ağa, sırra kadem basmıştı. Gabriyela, önce çok korktu, irkildi amma ardından
merakına yenik düşerekten sandığı araladı. İçinde zümrüt bir yüzük vardı. Altında da ufak bir
parşömen vardı ve üzerinde babasının tuğrası bulunmaktaydı. Mahpeyker’in gözleri dolu
dolu oldu ve yüzüğü takıp babasını düşünmeye başladı. Derken bayılıverdi.
Gabriyela, gözlerini haremde araladı. Bir düzine câriye, etrafını sarmış, tuhaf tuhaf ona
bakıyorlardı. Sanki hayatları boyunca onu hiç görmemişler gibi bir ifade vardı suratlarında.
“Hatice Kalfa, kim bu hâtun?” dedi câriyelerden biri ve Gabriyela, o anda ne yaşadığını
bilmez oldu. Binâenaleyh, aklına gelen ilk şeyi söyledi: “Beni Vâlide Sultan’a götürün.”
Kalfa, Vâlide Sultan dâiresine getirdi Gabriyela’yı ancak kızın karşısında gördüğü kişi,
beklediği kişi değildi. Pâdişah’ın ölümünün ardından vâlidesi, Eski Saray’a sepetlenmiş ve
yerine de Dilâşub geçmişti. Oysa, imdi karşısında duran kişi, babaannesiydi.
“Ne var?” dedi Vâlide Sultan lâkin kız, bir şeycik diyemedi. Ertesi gün de tesadüfen
Pâdişah’ı, yani ölmesi gereken babasını görünce hepten fenâ oldu. Acaba peyderpey
deliriyordu da ondan mı görüyordu bu sanrıları? Yoksa hakikaten mâzide miydi şu an?
Mahpeyker ne yaptı ne etti, kendini Saray-ı Hümâyun’dan attırıp Manisa’ya gitti. Vâlidesi
ve kardeşi de yaşıyor olmasındı? Bunu tetkik etmesi gerekirdi. Hülâsa, gece vakti yol alırken
arabaları, karşıda bir hengâmenin olup bittiğini gördü. Bu, annesiyle kardeşini kaybettiği o
gecenin aynısıydı. İşte kılıç savuran kardeşi ve de kaçmak için debelenen anası!
Var gücüyle koştu ve arabadakilerle birlikte annesiyle kardeşini kurtardı o heriflerin
elinden. Ardından, cümbür cemaat, Konstantiniyye’ye gittiler. Dilâşub’un, oğlunu tahta
geçirip onları aradığını işitince hanlarda konaklayıp kimliklerini saklama yoluna gittiler.
Sonralarıysa kendilerine sâdık ağalarla plan yaptılar. Sâdık olanlar, onları gizlice Saray’a
soktular. Daha sonra, Saray-ı Hümâyun ağalarını hepten ele geçirip Pâdişah’ı ve anasını
yakalayıp zindana attılar. Mahpeyker, bir gün zindanda ziyâret etti Dilâşub’u.
“Bulmuşsun onu,” dedi hâtun, sultan gelince.
“Neden bahsediyorsun sen bre?” dedi Mahpeyker.
“O yüzüğü diyorum, onu ilk ben kullanmıştım. Saray-ı Hümâyun’daki o büyük yangının
olduğu gece bu sâyede kurtuldum. Yüzüğü takmış vaziyette anacığımı düşlerken ise noldu
biliyor musun? Annemin câriye olarak geldiği zamana, yaklaşık otuz yıl kadar mâziye
geldim. İkimiz de câriyeydik. Annemle ben, babamın baş hasekileri olduk. Beli, annem
olduğunu bile bile ve hünkârımın da has babam olduğunu bile bile yeniden bir sultan olmak
için çabaladım zira o yüzük illeti, bir daha asla dilediğim şeyi yapmadı benim. Dönemedim.
Ben de annemle, hünkârımızın olmak için çatıştım. Hakikat budur.”
“Zır delisin sen. Meczupsun sen!” dedi. “Vâlidem, kardeşimin kemiklerine ulaşılmış
olduğunu bile söylemişti bana.”
“Koskoca Sultan’a ve Pâdişah’a, kızınızı bulamadık demek, kellelerinin gitmesi demektir
Mahpeyker. Yalan ve dolanla inşâ olunur bu saltanat. Sarayın duvarları ketumdur heyhat.
Oysa, bir şakısa gerçekleri, taht da saltanat da kalmaz gayrı. Eh, bizim dünyamızda hayatta
kalmak için yalan da söylersin, babana câriye de olursun.”
Mahpeyker, ona iğrenircesine bakındı ve öğürtüsünü zor engelledi. Daha sonraysa yüzüğü
takıp tahayyüle kalkıştı. Düşündü de düşündü. Amma yoktu gayrı hayatını yaşanılası kılacak
tek bir anısı.
Comments