Elleri buz tutmuş gibiydi. Ankara ayazı işte, acımazdı mazluma da taşralısına da. Varıyla, yoğuyla çarpardı havası. Nitekim, ince beyaz ellerine nazaran zarif vücûduysa kor alevle buluşmuştu sanki. Cayır cayırdı her bir yanı. Hücrelerinin yerini yalımlar almıştı. Yanıyordu âdetâ. İlâveten, güçlükle ve can havliyle nefes alıyor, dağınık yatağında umarsızca, hiçbir şey düşünmeksizin ölmeyi bekliyordu. Kulağa ne kadar da hazin geliyor oysa, değil mi? Öte yandan, yaşamak, zâten mânâsız gelir olmuştu ona, bilhassa da son zamanlarda. Bir başınaydı... Yapayalnızdı zîrâ. Varlığı gibi, yokluğu da anlaşılmayacaktı, en ufak bir têsir bırakmayacaktı çevresindekilere ve sevenlerine -vardıysa tabii, orası da muammâydı ya.
Odası, her zamanki gibi derli topluydu. Dağıtmayı, oraya buraya eşyâlarını savuşturmayı sevmezdi. Hattâ, dün gece, boşa çıkan bir fiskosu alıp odasının köşesine yerleştirmişti. Yaşamı, hayâtı sanki pek seviyormuş gibi başlamıştı düşünmeye, tasarlamaya: Acabâ fiskosun üzerine neler koysam güzel durur? Şu en sevdiğim kitabımı mı yerleştirsem bir köşesine? Yanına da birkaç mum, ha? Amma da romantik!
Gece boyu, bir onu yapmış, bir bunu yapmış; en sonunda, fiskosunun üzerisini pekâlâ donatmıştı. Şimdi, odası daha bir toplu, daha şık ve zarif görünüyordu. Kitaplığında da boş yer açılmıştı nihâyet. Sevdiği romanları, gardrobuna sıkıştırdığı şu pespâye kıyâfetleri gibi sokuşturmayacaktı oraya buraya. Her kitaba ayıracağı husûsî bir kısım olacaktı hafiften tozlanmış kitaplığında. Hayâtına giren her bir insana, bir mârifetmişçesine yüreğinden bir pâre tahsis ettiği gibi bir özenle ve dikkatle yerleştirmişti el değmemiş gibi görünen kalın kalın kitaplarını.
Rafları derleyip toplaması bittiğinde ise yatağına hafifçe ilişmiş ve az evvel neşeyle bakan gözleri, sevinçli ve şen şakrak yüz ifâdesi, güzün mâtemiyle buluşan yaşlı bitkiler gibi soluklaşmıştı. Canlı kanlı suratındaki yaşam ifâdesinin yerini, şu meşûm sorular, sukûtu hayâller, yıkımlar, üzüntüler ve gam keder işgâl etmişti... Esâsında, böyle beyhûde işler yapmayı, kafasını boşaltması için pek faydalı görürdü amma yaptığı şey sona erdiğinde ve kendiyle baş başa kalması gerektiğinde işte böyle bir hüzün, korku çökerdi içine. Zîrâ düşünmek, idrâk etmek yâhut derinlemesine muhâkeme etmek geçmişi, olanları ya da olabilecekleri, onu ölesiye korkuturdu işte.
Başını, düzdüğü fiskosa, kitaplığa ve yeraltı mahzenlerininkini andıran pencereye çevirmişti hafifçe. Bu, ona dünyâsını seyre dalmış bir tanrı edâsı vermişti. Öyle ya, dünyâsı bu kadardı onun da. İçinde bulunduğu odanın dışındaki dünyâ... uzak ve yabancı değil miydi onun için? Hem dışarıda onu celbeden, onu arzulayan ya da onun sevdiği ne vardı ki? Eninde sonunda dönüp geldiği odasıydı onun bütün kâinâtı. Ne kadar dar, ne kadar da sığdı oysa. Lâkin o, böyle düşünmüyordu. Yegâne dostlarıylaydı burada: Kitaplardan gayrı aldatmayan dost mu vardı hem? Öylesi hâin dost, düşman başınaydı, varsın yalnız olsundu.
Bâzen uzun uzun ölümü imgelerdi. Nasıl bir histi acabâ? Nihâyetinde daha mutlu olabilecek miydi? Orada mutluluk bâkî miydi? Yoksa ölüm, varlığın mutlak sonu ve beşerî duyguların da sonsuza değin yok olması mıydı? O hâlde daha mutlu olmayı, kendini fazlalık gibi hissetmemeyi, değerli ve elzem olduğunu nasıl hissetsindi ki? Yok olduğunda tüm bu hisler, mümkün olur muydu ki şu dilediği?.. Bârizdi esâsında cevap. Görmek, duymak istemezdi kimileyin bu yanıtı. Hayâtı, işte o cevâbı görmek ve duymak isteyip istememesi arasında gidip gelen, sıkışık bir devinim, vasıfsız bir mukâvemet olagelmişti ölüme karşı. Yaşamak ya da ölmek derken, ne yaşayabilmiş ne de ölebilmişti adamakılı. O âna dek en azından...
Birazdan ellerindeki soğuğa bir ikincisi eşlik eder oluverdi. Ayağında iki kat çorap, bir de peluş terlik vardı oysa. Ne var ki ölüm soğuğu, dinlememişti hiçbirini. Birden bastırmıştı. Ayağını buz gibi bir suya sokmuş gibi irkilmişti ilkin ancak bedenine doğru yayıldıkça artık kanıksamıştı hâlini. Zâten güçbelâ nefes almaya uğraşırken çok da ırgalayamazdı ya böyle bir soğuğu.
Soluk soluğaydı. Bedeni artık ona yabancıydı. Soğuğun nüfûzu, yerini hissizliğe devretmişti kerhen. Bir an düşünmüştü, henüz beyni bulanmamıştı. Demişti ki: En ufak bir neden... sâdece bir gerekçe sun ki son vereyim buna. Ânında durdurabilirim tüm bu ölüm ânını lâkin sâdece bir neden ver bana. Kendi suâline bir cevap düşünmeye başladı. Niçin hayatta kalmak? Niçin sürdürmek bu ızdırâbı? Bir sebep, bir maksat, bir umut, bir çıkış var mıydı?
Labirent oyunlarında bir çıkış vardır ve yarışmacılar o çıkışa ulaşmaya çalışır ya hani? Ya mevzubahis bu çıkış, aslında hiç var olmamışsa? Ömrümüz boyunca karşılaştığımız herkes, bizi aksine inandırmaya çalışan düzenbazlarsa? Yâhut da bizler gibi kandırılmış bir başka mahlûklarsa?
Sanıyor musunuz ki o, bu çıkış yolunu aramadı? Ne kadar koştuğunu ve ne kadar çaba sarf ettiğini, hesap dahi edemezsiniz. Oysa, o muhâsebe etmişti bunu yıllarca. Koşuyordu senelerdir bir parkurda ancak bitiş çizgisi yoktu ya da o çoktan kaybolmuştu sahralarda.
Tasavvur etmekten vazgeçmemişti hâlâ. Esâsında, bu onun için mîlât bile sayılabilirdi. O kadar çok şeyden vazgeçmişti ki şimdiye değin... Ancak bu kez direndi. Sebat ile, bir yanıt için çalıştırdı nöronlarını. Beyninin kıvrımlarındaki yaltırıklardan ötürü beklenmedik bir ümit yeşermişti içinde. Düşündü, düşündü... Hiç durmaksızın...
Ve daha önce tatmadığı bir duyguyla, daha önce böylesine yoğun hissetmediği bir şeyle karşılaştı: Hissizlikle. Hissetmemek, duymamak ve yaşamamak ona heyecan verir, mesut eder diye geçirmişti ama bu öyle bir şeydi ki... Her şey birden yok olmuştu. Dünyâ yıkılmış, insanlık tükenmiş, güneş sönmüş, ay pusmuş... Demek ki yokluk böyle bir duyguymuş.
Comments