Akşam güneşinin, ağırkanlılıkla vedâ edip esenlikler dilediği Ege kıyıları ve dahi berrak, dupduru denizin naz yaparcasına gelgitlenen işveli çehresi, hep bu vakitlerde, Yorgos Efendi’nin meyhânesinden yayılıveren kesif amma koklamasını bilene de en âlâ bostandan evlâ ıtırlar aksettiren anason kokuları ile kuşatılıverirdi. Mâmâfih, deryânın üzerinde sükûnetle süzülen ve sâhil kenarında beyhûde söyleşmek sûretiyle, salına salına yürüşen karı kocalara âdetâ Nihâvend bir türkü şakıyan kuşlar, kanaryalar, bilhassa da billur sedâlı bülbüller, bu sözüm ona meşûm râyihadan ötürü bir başka devinir; sanki çakırkeyif bir hâlet-i rûhiyeyle kanat çırparlar idi meçhûle doğru. Hâsılı, mevzûbahis Rum meyhânecinin rakıları, değil ayyaş müptezelleri; ağzına âb-ı gül ve mukaddes zemzemden gayrı ömrü billâh bir katre içki sürmeyen bîgünahları dahi öyle bir esrik ediverirdi ki, sarhoş olmak nedir, ne değildir bilmeyen tâife-i cühelâ, bu muhteşem ahvâlden, Allah’ın aşkıyla dîvâne olayazdıklarını çıkarırlardı. Oysa, deneyimli ve müzmin sarhoşlarsa huşû içerisinde esrimiş bulunan kişilerin yanlarından zil zurna geçerler iken müstehzî bir âmin kelâmıyla eğlenirlerdi.
Velhâsıl, tatlı bir bahar akşamı, Yorgos Efendi, yine müşterilerine âzamî alâka ile muâmele ediyor, bîçâre gönülleri ihyâ ediyordu ki meyhânenin kapısından içeriye gençten, kalender bir delikanlı giriverdi. Esâsında, meyhâneci, bu şahsı mütemâdiyen dükkânında ağırlıyor ve kendilerine pek yaraşır bir şekilde hizmet ediyor idi lâkin ne var ki, hoşsohbet, nüktedan ve konuşkan bulunan Yorgos Efendi, bu körpe beyzâdenin ağzından doğru dürüst iki kelâm işitemiyordu. Kimileyin düşünüyordu: Acabâ ne derdi, ne tasası ola şu yiğit oğlanın? Ama yok... Suâlleri ve kaygıları dâimâ yanıtsız kalıyordu efendinin. Ketum oğlu ketum idi genç, ne yapsındı efendi daha? Ağzından kerpetenle lâf alacak değildi ya!
“Aman bre! Hos gelmissin pedi mu, gez, otur bakayim suraya,” diyerekten genci, her zamanki gibi candan bir şekilde karşılayıverdi meyhâneci. Öte yandan, delikanlı, şimdileyin, hep olduğu gibi davranmadı. “Ya su Urum efendi, bana bir yetmişlik, yanına da hep söylediklerimden getiriver amma Girit ezmesinden olmasın,” demedi meselâ. Sâdece hafif bir baş selâmı ile bilindik yerine ilişti ve daha iskemlesine ardını değdiremeden cepkeninin içine sokuşturduğu tabakasını çıkartıp derhâl bir sigara yaktı. O, dertli dertli tüttürürkense efendi, ne yapacağını bilemez bir hâlde bakındı durdu zîrâ beyzâdeyi, evvelden böylesine efkârlı ve suskun gördüğü hiç olmamıştı. Bu sükût ediş, bir başkaydı. Hani, söylenecek bir tek kelime kalmaz ve sanki hiçbir lisânda, o yaşanılan hissî fırtınayı îzâh edecek, tercüme edecek bir ifâde yokmuş gibi gelir de eğilmez başlar mahzunca bir yana devrilirverir ya, öyleydi bu körpe oğlandaki de. Bakışları, ne ona merakla ve merhametle yaklaşan o Rum’da ne de etraftaki gırgır şamatada idi. O, sükûnet içerisinde sahnedeki mâhir çalgıcıları seyretmekteydi. Medet umarcasına ve çâre dilenircesine izliyordu onları. Biraz sonra, ud taksimine müteâkip buzuki çalmaya başladığında can kulağıyla, pürdikkât mûsikîye odaklandı. Yorgos Efendi, yağız delikanlıda peydâ oluveren helecânı fark edip şaşalarken mühürlenmiş dudaklar aralandı ve iniltiye benzer tiz bir mırıltı işitildi. Şarkıya eşlik ediyordu oğlancağız: “Ki o yalos kani furtuna...”
“Beyzadem, sen bu Rum türküsünü bilirsin? Bre, nasil? Ah, bir yasima daha girdim pedi mu,” dedi efendi, epeyi şaşkın ve afallamış bir hâle bürünmüştü şimdi. Delikanlı, oncadır buraya gelir, yiyip içerdi ancak değil Rumca bir türküye eşlik etmek, kendi yöresinden çalınan havaları ve fasıl eserlerini bile sükûnetle dinlemeyi tercih ederdi. Nitekim, beyzâdenin o fevkalâde davranışı, meyhâneciyi şüpheye itti ve adamcağız, karşısında oturan yiğidin serüvenini tasavvur etmeye çalıştı; yaşadığı felâketleri ve hâdiseleri tahmin etmeyi denedi. Bu esnâdaysa oğlanın suratında, gayrı ona ağır gelmeye başlamış bulunan yükleri çâresizlikle sırtlamış duran bir hamalın hüzünlü ve aman dileyen ifâdesi vukû buldu. Birazdan, delikanlı, boğazını temizleyip iskemlesinde de iyice gerinerek onun derdiyle tasalanmış görünen meyhâneciyi rahatlatırcasına lâfa girdi: “Bre, bilmek ne kelime? Bu türkünün kıymeti, nezdimde çoktur.”
“Yati poli? Neden soktur beyzadem?” diye soruverince Rum efendi; körpe delikanlı, içinde ne vardıysa koyvermek sûretiyle anlatmaya başladı.
“Ah, ah efendi... Bir zamanlar Urum bir hâtuna sevdâlandıydım. Bizim komşumuzlardı. Sonradan sonraya onun da bende gönlü olduğunu öğrendim. Başlarda naz yapar ve cilvelenirdi fakat meğer ki en başından beri o da beni sever, istermiş. Velhâsıl, biz her ne kadar sevişsek de aşkımıza bir mâni vardı, yazık ki. Mâşukum, çeşm-i siyâhım Despina’m, Hristiyan idi. Benimki gibi muhâfazakâr, geri kafalı bir âile için Hristiyan gelin, iki dünyâ bir araya gelse kabûl olacak şey değildi. Gelgelelim, Despina da âilesinin yüzüne kara çalmak ister bir hâtun değildi. Ben her ne kaçma kelâmı ettimse iknâ edemedim mâşukumu. Allem ettim, kallem ettim de Despina, Nuh dedi, peygamber demedi. Bunun akabinde, şu mübâdele melâneti vukû bulunca biricik yârimi, âilesini, tabakhâneye bok yetiştirir misâli memleketi Girit’e yolladılar. Amma yollamak dedimse sürdüler bir koyun gibi, def ettiler öylece. Sonradan öğredim ki o gece, Despina ve âilesinin Girit’e gönderildiği uğursuz gece, heyulâ bir fırtına çıkmış. Bir çöp gibi muâmele edilen ve sırf dinleri, ırkları, konuştukları lisân, bizden farklı diye canları hiçe sayılan mübâdiller, böylece deryânın gazâbına uğrayıp bir hiç uğruna Azrâil’e kurban gitmişler. İşte, benim devâsız, ilâçsız, ebedî sûz-i dilim de budur efendi. Ne var ki bugün de o kara günün yıl dönümüdür.”
Meyhâneci, fırtınalı bir havada sırf ekmek parası için denize açılan balıkçı kocasının ardından feryât figân bir hâlde bu türküyü bağıran kadına ne kadar üzüldüyse bir benzerini tecrübe eden şu tâzecik delikanlıya yüz misliyle üzüldü. Tüm bu anlatılanların üzerine ne desindi ki? Şimdi anlıyordu oğlanın az evvelki hâlini. İşte, kelimeler, sözler, lisânlar nâfile idi gayrı.
“Sok ama sok üzgünüm agori mu,” diyebildi adamcağız sâdece. Bununla birlikte, samîmiyetle delikanlıya sarıldı ve sırtına sertçe, babacan bir şekilde vurdu. Artık ikisi de tamâmıyla sessizleşiverir iken meyhâneci, çıraklarına birkaç işâret yaptı. Birazdan, önlerindeki sofra, çeşitli mezelerle ve iç ferahlatıcı o meşhur rakılar ile dolup taştı. Bu kez, birlikte yiyip içerlerken nâdide mezelerden, ikisinin de gözü, bir köşeye sinmişçesine duran Girit ezmesine takılıverdi. Delikanlı, en sonunda dayanamadı ve gözyaşlarını, esâretten kurtardı.
Comentários