Soğuk hava yüzüklerimi parmaklarımdan çıkmayacak hale getirdi. Elimin rengi bir elma ağacında olsa, “olgunlaşmış bu” diyeceğimiz cinsten. Adımlarım sakar. Botlarımın altı çamur tutmuş. Dengemi bulmakta zorlanıyorum. Kulağımda fazla soğuktan kaynaklanan bir uğultu var. Gözlüklerimin buğulanmasıyla iç ortama girdiğimi anlıyorum. Görüş açımın açılmasını bekliyorum. En yakın tabureye oturuyorum. Rengi kahverengi. Hangisi olduğunun bir önemi yok. Zemin siyah. Sağ tarafımda kalan duvarda bir çatlak var. Tavandan ayaklarımın bastığı zemine kadar uzanıyor. Odada yalnız olma düşüncesi birkaç nefes alış sesiyle ihanete uğruyor. Gözlerimi nefesin geldiği yere dikiyorum. Bunu anlamış olacak ki, nefes de bana bakıyor. Beyaz saçlı, sakalları birbirine karışmış, gözünün akı saçlarına özenmiş biri. Bıyıklarının altları sarı. Dişlerinin beyazı, kirli tabakanın altında kalmış. Burnu birçok yasak işe karışmaktan mahpus yatmış, kaşları sadece iyi günde yanında olan dostlar gibi bakmamış bir daha yüzüne burnun. Böyle bir yüz işte. Yolda yürürken arkandan geldiğini bilsen adımlarını hızlandıracağın bir yüz.
Çantamın ön gözünden, birkaç el değiştirdiği belli olan kitabımı çıkarıyorum. Kapağı ters bir şekilde yerleştiriyorum. Masayla yüz yüze gelmiş kısımda “Kendine Ait Bir Oda” yazıyor ama bunu bir tek ben biliyorum. Ne zaman sakallarımla uyumsuz kitaplar okusam kapakları göremeyeceğim şekilde kıvırır ve içlerindeki bilgiye muhtaç değilmişim gibi davranırım.
Birkaç dakika önce fazla dikkat kesildiğim yüz, bu utancımı ortaya çıkarmak istermiş gibi bana bakıyor şimdi. Gözlerini üzerimde hissettikçe kendime karşı bir tiksinme duyuyorum. Aklımdan geçen onlarca düşünceden birini tutuyorum hemen. Çok mu dar giyindim bugün? Çok mu belli ettim? Yürümemde mi bir sorun vardı? Sorularımın hepsi kendime dönüktü. Kendimi, o yüzün hayatının merkezine koydum. Kafamı tekrar kitaba çevirdiğimde sayfada “benim aklımın özgürlüğüne vurabileceğiniz hiçbir kilit, hiçbir kapı, hiçbir sürgü yoktur ” yazıyordu. Virginia Woolf sayfaya bu kelimeleri işlerken ne düşünüyordu? Sadece bir bakış, insanı kendinden şüphe ettirebilecekken, benliği sarsan şey, aslında sadece sararmış bir bıyıktan ibaretken.. Elim, titreyerek de olsa kahve fincanına uzandı ve boğazım buruk kahvenin tadına baktı. Yüzümün o an aldığı hal, karşımdaki adamın aynası vazifesini üstlendi.
Ortak olabilecek noktalarımızı düşünmeye başladım. Bir insanı başka bir insana yaklaştırabilecek en büyük etken, onda kendinden bir şeyler bulmasıdır. Bu “şey” kötü bile olsa, insanoğlu kendini yalnız hissetmeyeceğinden ve hatta oluşturulan ortaklık kötülüğü bir yerde örteceğinden yakınlaşma daha büyük olur. Aklıma ikimizin de geçmişlerini düşünmek geldi. Sevgi görme şekillerimiz. Annesi başını okşar mıydı mesela? Babası, bağcıklarını her yanlış bağladığında azarlar mıydı? İlk zayıf notunu ne zaman almıştı? Aynı cinsten birine aşık olduğunda, mesela her gün futbol oynadığı Yiğit’e, nefret etmiş miydi kendinden? Sorularımı duyarmışçasına kafasını bana doğru çevirdi . Onay veren bir bakış değildi bu. Daha çok cevabını bilmemi istemiyormuş gibiydi. Onun için önemli olan şeyler geçmişte olup bitenler değildi. Şu andı. Ortak bir noktamızın oluşmasını izin vermedi. Sanki, farklı olmamız gerektiğini biliyor ve bundan besleniyordu. Her farkımızda saçlarındaki beyazlardan biri ilkbaharda tekrar çiçek açan bir ağaç gibi yeşerecekti. Aramızdaki sözsüz savaşı o kazanıyordu. İlk defa bu hissi ne zaman hissettiğimi hatırlıyorum. Okul pantolonumun paçaları bana uzun gelmişti. Annemden kısaltmasını istedim. Terziye götürdü o da beni. Diğer öğrencilerin anneleri kısaltırdı pantolonları hep. Ama yok. Annem hep daha iyi olsun bahanesinin altına saklanırdı. Terzi orta yaşta bir adamdı. Bıyıklar sarı. Saçlar beyaz. Pantolonumu giydim. Annem dışarıda bekledi. Terzi, pantolonumun ölçüsünü alırken beni ellemeye çalıştı. Kimseye söylemedim. Babam yaşındaki adamın kirli ellerini bana sürtmesini kendimden bildim. Anneme kızdım yanımda olmadı diye. Çok uzun süre ne yaşadığımı da anlamadım zaten. İşte o gün terzinin gözlerindeki uzak, ama ne yaptığını bilen bakış şimdi karşımda oturan yüzdeki bakışla ortak paydada buluşuyor. Anlıyorum ki, bu atmosferde aynı noktada buluşabileceğim tek kişi, duvarda boylu boyunca uzanan o çatlak. İkimizin de ruhuna işlemiş şeyler var. Çatlağa karşı içimde bir kıskançlık baş gösteriyor. Benimle aynı ruha sahip olabileceğini nasıl sanabilir? O başından beri ordaydı halbuki. Ben hep ilerledim. Geçmişe gitmek beni aynı konuma geri taşımaz. Karşımdaki yüz, terziyle olan çirkin düşüncelerimden güç alarak kalktı. Beni nasıl yenebileceğini düşünmüyor bile artık. Yenmeye ihtiyacı olmadığını da biliyor. Sadece bakması yeterli. Konuşsa da, söylediği sözcükler, benim aklımdaki anılarınım izin verdiği kadar anlam ifade edecek. O yüz ile yaşadığımız bu an’ı Sebastian Bach’ın “Mass in B minör” albümüyle ifade ederdim. Kutsal bir varlığa bakıyormuş gibi naif. Bakıp da görememe durumunda ise oldukça zarar verici. İnancı sarsıcı. Boşluk hissinin ilk adımı. Kutsal müziğin verdiği etkiyle bana yürümeye başlayan yüz, cebinden düşüncelerimden daha kara camlara sahip bir gözlük çıkardı. Gözlüğün kolları kulaklarının arkalarını tek seferde bularak oturdu. Masanın yan tarafında kalmış değnek ise elleriyle birleşti yüzün. Değnek şimdi sağa sola doğru çarparak ilerliyor. Bense, ilk defa beni görmüş olmasını diliyorum onun. Geçmişe gitmiş olmamın bir anlamı olsun istiyorum. Değneğin Bach’ın müziğine eklediği çınlama sesleri kulağıma gittikçe yaklaşıyor. Tam o anda saniyede bir gelmesi gereken ses, halıyı silkeleyen oklava gibi boş bir eyleme dönüşüyor. Ses çıkmıyor. Adem’in Yaratılışı Tablosu’ndaki gibi birbirimize dönüyor kafalarımız. Bakmamızı çok isterdim birbirimize. Dudaklarını aralıyor: “ Kitabınız yere düşmüş”
Tebessümle noktalıyor cümlesini.
Boynumu, siyah zemini görebilecek açıyla yere eğiyorum. Virginia’yla göz göze geliyoruz o anda. Değnek çoktan uzakta çınlamaya başlamış. “Benim aklımın özgürlüğüne vurabileceğiniz hiçbir kilit, hiçbir kapı, hiçbir sürgü yoktur.” Kitabı eğilip alırken, içimde buraya geldiğimde oluşan korku. Aynı his. Farklı olan tek şey kaynağı . Düşüncelerimi yönlendirmemi sağlayan özgürlüğüm. Elimde, asla kullanmayacağım kilitler. Geçmişim, şu anım ve geleceğim. Kızgın olduklarım ve kızacaklarım. Katıldıklarım ve ölesiye nefret ettiklerim. Gri olmaya yıllarca çabalamama rağmen, ya ayaklarımın altındaki şu zemin kadar siyah, ya da dakikalarca makhum ettiğim adamın gözleri kadar beyaz olan düşüncelerim. Yani, “kendime ait odamı” oluşturan yapıtaşları.
Comments