top of page
Ara
Ozan Mergen

Ey Mîrim

Kadıncağız, elindeki kapkalın kereste odunları, ocağa doğru boca ederken keskin bakışları, penceredeki perdeleri delip geçmiş; bununla birlikte, yeryüzünü kefen misâli örten, beyazlara bürüyen şu karın sükûnla süzülüşünü seyre dalmıştı. Uzun uzadıya bakmış durmuştu, o küçük kulübesinin bulunduğu heybetli ormanı aklara bulayan kar tânelerine. Mutfaktan gelen çayın fokurtusu ve ocağın harlanması derken işittiği şu huzur verici seslerin, bu nâdide manzaraya iştirâkinden duyduğu efsunlu edâyı, bulunmaz Hint kumaşıymışçasına sâhiplenivermişti içten içe. Bu ânın mahvolmamasını, erincin dâim olmasını ve... ona kavuşmayı arzulamıştı bir kez daha. Neyse ki şanslıydı, ona kavuşmasına şurada ne kadar kalmıştı ki? Ha geldi ha gelecekti biricik sevdiği, yâri. Mesut oldu o düşünceyle birlikte. Hasret bitiyordu nihâyetinde. Sonunda yüreğindeki sahralara, bedevisi bulunduğu bu çorakça topraklara da düşecekti şu güzîde kar tâneleri. İçindeki kor alevler, gayrı harlanmayacaktı, sönecekti ebedîyen.

Biraz sonra, kadıncağızın ufak tefek evinin kapısı çalındı iki defa. Mutfaktan sızan o börek kokuları, çayın taptâze deminin rayihâsı ve ocaktan gelen o hınzır çıtırtılar derken hafiften içi geçen ve de handiyse pinekleyeyazan kadın, serildiği dîvandan bir hışımla kalkıp açtı kapıyı. Gelen şahıs, pek tabii kocasıydı. Ona birkaç dakika uzun uzun bakan, gözlerinden gülücükler yayılan kadıncağız, kocasına içtenlikle sarılıp içeri buyur etti onu. Gelgelelim kadın, kocasına kavuşmasından ötürü duyduğu coşkudan, ilkin pek fark edememişti amma kocasının tavrında, halinde bir yabancılık, mesâfe, belli belirsiz de bir çekingenlik vardı. Hâtun, başta buna itibar etmedi ve yalnızca âna odaklandı. Öyle ya, kocasına şu enfes kızılcana çaydan, sımsıcacık ve çıtır çıtır börekten; dahası, anasının ak sütü gibi mis gibi kokan sütlaçtan ve buz gibi şerbetten ikrâm etti. Bir yandan, o el emeği göz nuru yiyeceklerden yiyorlarken birlikte, bir yandan da hasbihâl ediyorlar ve muhabbetlerini pekiştiriyorlardı.

Kadıncağız, beyinin uzun uzun hikâye ettiği serüvenleri merakla dinledi. Bir müddet sonra da ona duymuş olduğu hasreti yüreğinden sürgün etmek, bedenini ona duyduğu yegâne aşkla taçlandırmak arzusu duydu. Ne var ki kocasının bakışlarında, çakır gözlerinde o eski ışıltıdan, yârenlikten, seviden yoktu en ufak bir iz. Bütün bu hisler, yaşanmışlıklar, sevinçler ve dahi hüzünler, sırra kadem basıp un ufak mı olmuştu? Nolmuştu? Hani, neredeydi maşuku olduğu adam?

Ortalığı toparlayıp yatak döşek hazırlama işine giriştiğinde hâtun, adam ağzındaki baklayı çıkardı âdeta ve gitmesinin daha münâsip olacağını ikrâr etti. O kelamlar karşısında afallayan zavallıcağız, ne yapacağını yâhut ne edeceğini bilemez bir halde, bakındı durdu boylu boslu kocasına. Uzun uzun baktı onun karşı konulmaz yüzüne. Ancak ne fayda? Gayrı o mendebur sûrette, nâmevcut hissiyatlardan, yadsıca ifadelerden başka bir tanışıklık ve samimiyet yoktu. Kadın, bu davranışların ve soluk hislerin mâhiyetini kavrayamadı. Zira dimağını, mülâhazalar değil, içini yiyen kuruntular ve vesveseler kuşatmıştı. Tasavvura muktedir değildi aklı çünkü yüreği, hâlihazırda bir darbe almıştı. Hisseylediği hasretten dolayı kavrulan kalbi, küllerinden doğup yeni bir ızdırâba gebe kalmıştı.

Nihâyetinde adam evden ayrıldığında zavallı kadın, öylecene kapının eşiğinde kalakaldı ve onun ardı sıra dışarıyı seyre daldı. Beyazlara bürünen orman, alacalı bir hal alan asuman, ıslık çalan rüzgârlar ve içindeki beyhûde çırpınış... Gerisingeri eve girdikten sonra, bir müddet boş boş ocaktaki alevleri seyretti. Yanık odunların, yalımların ve közlerin arasında bir şey gördü ansızın. Kıyâmetin bir tasviriydi sanki gördükleri. Onu kaybetmek, ebedîyen yitirmek... Bunu düşünmek bilene içini ürpertmişti. Halbuki ateşlerin içinde şâhit olduğu o hıyânet, böylesi bir kepâzeliğin ihtimâli, şeytan dürtmüşe çevirmişti kadıncağızı. Mamâfih, pencereye çevirmişti bakışlarını. Karlar yağmıyordu artık. Selâmetin sonuydu bu. Sulh bitmişti.

Kapıyı gıcırtıyla çekip üzerine bir kaban giydikten sonra, kadın dışarıya fırladı. Botlarıyla karları hırsla ezerken ormandaki garip gurebâ seslerden ve de ölümün habercisi şu geberesice baykuşlardan yâhut alacalı göğün yegâne hükümdârı bulunan kamerden, onun yeryüzündeki gölgesinden, pasparlak mehtaptan dolayı dikkatini dağıtmamayı başaran hâtun, azıcık ötedeki şu koskocaman göle doğru yaklaştı. Herkes, onun gibi ufak evlerde yaşayan taşralılar, bu göle “Kara Göl” derdi. O ise, bilakis, bu gölü pek huzurlu, saadetli, mest edici ve gizemli bulur; zaman zaman, onun ketumluğuna muhtaç olduğunu hissederdi. Zavallı ve yalnız kadıncağız, kocasının yokluğunda bu gölün başına gelir; o hoş, pek latif sesiyle muntazam şiirler okurdu. Derdi ki: “Ey mîrim, ey sevdiğim, ey çakırcana gözlü yârenim / Korca alevlerle, gönlümde mütemâdiyen muhârebe eyleyen cengâverim...”

Bu kez, Kara Göl’e varıp sevdiceğine yazdığı dörtlükleri okumayacaktı elbette. Bilakis, şu fettan alevlerde gördüğü cehennem manzaralarını tasdikleyecekti. Kocası, sevdiği ve yâri ona ihânet mi ediyordu, yoksa safsata mıydı bu gördükleri? Buydu tek merak ettiği.

O soğukta, bata çıka yol alan kadıncağız, en nihâyetinde bir başka evin civârına vardı. Bu kulübeyi, önündeki dev kayın ağacından mütevellit pek tabii tanıyıvermişti: Alevlerin içinde, yiğit yârini buraya girer vaziyette görmüştü. Görmez olaydı. Şâyet bir gerçekliği yoktuysa bu uçrak görüntülerin, kadın kırk gün ve kırk gece isyân edecekti tanrısına. Ne diye bana bunları gösterdin de yüreğimi pâre pâre ediverdin, diye sitem edecekti durmaksızın. Ancak... hevesi kursağında kalıverdi birden. Tanrı, yok yere işâret etmemişti bu hıyâneti. Yalımların arasında gördüğü her şey hakikâtti.

Hâtun, kocasının bir başka evden çıkışını kal gelmiş izlerken daha evvelden duymadığı bir hissi deneyimledi. Derinlerinde, en derinlerinde ufaktan bir kıvılcım, tüm kuru otları yakmak sûretiyle ateşe verdi içindeki ormanı. Hülâsa, aşktan, sevgiden, tillahından öte yoğun, tutkulu bir his yeşerdi iliklerinde: Öfke, nefret, intikam... Öyle ya, şimdiye değin böylesi ihtiras dolu bir şey duyumsamamıştı. Aşkı, sevgiyi öyle bilmiş, öyle zannetmişti ama artık fark etmişti ki nefretin ve öfkenin ötesinde bir his yoktu. Öylesi yoğun, öylesi hakikiydi işte.

Ağlıyordu kadın. Nefretten, öfkeden ve duyduğu sukutu hayalden ötürüydü bu göz yaşları. Ancak her ne kadar yaş dökerse döksün, ne kadar dövünürse dövünsün, hakikâti değiştirmeye muktedir değildi bu bîçâre. Gerçeği nasıl değiştirsindi ki? O cehennem sahnesini dimağından nasıl silsindi ki?

Tefekkürden, öfke dışında bir şey duyumsamaktan, havanın zemheri soğuğunu duymaktan noksan zihnine apansızca bir fikir düşüverdi. Muhakemeye hâcet yoktu şimdilik. Yapacaksa yapmalıydı derhâl. Çok geç olmadan.

Kadın, hıçkırıklarını bastırmaya çalışaraktan evine doğru koşturdu koşabildiğince. Yer yer sendeledi, düşeyazdıysa da yenilmeden, yılmadan devâm etti. Nihâyetinde, evine varıp kapıyı tekmeyle açıverdi. Ağlıyordu hâlâ. Zümrüt gözleri, kıpkırmızı olmuştu. Lâkin düşündüğünü yapmak ve yarasını dindirmek için harekete geçti: Koşar adım helâya gitti. Üst raflarda duran şişeyi açtı ve derin bir nefes alıp içindeki sıvıyı bir an bile düşünmeksizin gözüne boca etti. Ve... uluyan kurtlar, öten kargalar, baykuşlar... hepsi, her biri korkusundan titredi. Geceleyin oradan oraya kaçışıverdiler zira böylesine gür, yüksek ve korkunç bir çığıltı, evvel eskide hiç duyulmamıştı. Kara Göl’de, civardaki evlerde, bu çığlığın tahakkümü ve nüfûzu sürdü epeyi. Meraklı taşralılardan kimi, göl kıyısında söyleşti durdu ancak kimsecikler cesâret edemedi bu yalnız, ketum ve esrârengiz kadının barkını ziyâret etmeye.

Gözleri... eriyip gitmişti. Zira kezzap boca etmişti, bir daha böyle bir elem görmesin diye. Kalbindeki yangınla kıyaslayınca kezzap çok daha acı vermişti. Böylece, bîçâre gönlü o eski hissîliğinden arınmış, hissizleşmişti. Artık ne sevinç ne neşe ne de keder... Duymaz olmuştu. Korkudan, gazaptan ve gözlerindeki dayanılmaz acıdan da eser kalmamıştı. Sâdece ve sâdece bir arzu duyuyordu derinlerinde. Tek bir isteği vardı artık. Yüzleşmek.

Kadıncağız, artık büyükçe bir sopayla, bir değnekle yürüyor; yolunu öyle buluyor, işlerini de öyle hallediyordu. Karlar eriyeli, yapraklar yeşereli olmuştu epeyi. O kara günden sonra ne adamcağız bir daha buraya uğramış, ne de kadın bir başka insanla görüşmüştü. Halbuki, tek bir şeyi yapar olmuştu kadın: Kocasının gittiği o evi gözetler, mütemâdiyen izler, neler yapıp ettiklerini ve neyin nesi olduklarını öğrenmeye çabalar olmuştu. Velhâsıl, vâkıf olduğunca bu evde, yaşlıcana ana babasıyla yaşayan gençten, körpe bir kızcağız vardı. Hâtun, bu yosmanın yalnız kalakaldığı vakitleri izler, her ânını gözeterekten makbûl ve münasip bir fırsatını kollar olmuştu. İşte o vakit geldiğinde tahayyülündeki yüzleşme vukû bulacak idi.

Bir akşam, o kızcağızın yalnız olduğundan emin olduğu bir gün, kapısını araladı. Bir eline sopasını ve diğerineyse keskin bıçağını aldı. Yaldızlı bıçağını, güzelce heybesinde muhafaza ederekten yolcağızına koyuldu. Kara Göl’ün dibindeki eve yaklaşınca havayı dinledi. Kuşları, kurtları, ateşböceklerini ve rüzgârın fısıltısını hissetti yüzünde. Bununla birlikte, aheste aheste yürümeye devâm etti. Birazdan, evin kapısını tıklattı elindeki değnekle. Tık. Tık. Tık.

Genç kız, kapıyı araladığında feryat figân edip geriledi zira gördüğü şu surat... korkuncun ötesindeydi. Sanki ucûbe bir yaratık, lânetli bir varlık, bir cinnia yâhut bir iblisti bu gördüğü. Kız, dehşetle içeri doğru kaçışmaya çalışırken hâtun, sessiz sessiz gülümsedi ve homurdandı. Hemen heybesinden çıkarıverdiği bıçağı, kızın yüzüne doğru götürdü ve güldü. Dedi ki: “Çok güzel olacaksın. Seni böyle daha çok beğenecek.”

Çığlıklar savuran kız, üzerine çıkan bu korkunç varlıktan sıyrılmak için tepindi de tepindi ancak en nihâyetindeyse kadının elindeki şu keskincene bıçak, doğru istikâmeti buldu. Kızın gözlerini yuvalarından çıkarmaya davranırken kadın, büyük bir zevkle gülüyordu. Evet, onca zaman sonra yüzünü güldüren ilk ve tek şey bu olmuştu. Genç kızsa bağırmış, çağırmış ve de iniltileriyle ortalığı velveleye vermişti. Lâkin yoktu faydası.

Kadın, kızı kanlar içinde bıraktıktan sonra, tüm bu çığlıklar kesilmişti. Ölmüştü genç kız. Bundan derin bir haz duyan kadın ise değneğini alıp şen şakrak bir edâyla gölün kenarına gelmişti. Biraz sonra, o civâra taşralılar ve berâberinde de jandarmalar gelmeye başladığında boş boş bakındığı göle doğru, kocasına yazdığı şu beyhûde satırları okumaya başlamıştı: “Ey mîrim, ey sevdiğim, ey çakır gözlü yârenim / Gençten bir aşüfteye vurulan hâinim benim...”

Yeniden çığlıklar, gürültüler koparken oracıktaki keşmekeşliğe aldırmayan hâtun, dilinde aynı sözler, durmadan söylenirken aheste aheste göle doğruca girdi. O korkunç, uçrak mahlûk tamâmen gölü boylayana kadar etraftakilerin, kızın naaşını götürenlerin, jandarmaların ve bir yerlerde, o hayırsız gencin işittiği son sözcükler şunlar oldu: “Ey mîrim, ey sevdiğim...”

Daha da kimse oraya, “Kara Göl” diyemedi zira hâfızalara, “Eymir” diye kazınmıştı.


47 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

ความคิดเห็น


© Copyright
bottom of page