Oturduğu yerden yaşayan insanların çektiği o özel sıkıntılara aşinayım. Misal kafamın dağınık olmasından hoşlanmam ama içinde ne kadar zaman harcasam harcayım asla toplayamadığım bir kafam var. Muhayillemde ise her detayı berrak lakin daracık ve çirkin bahçeler var. Olmayan bahçeler midir bilmiyorum ama olsa da gidip görmeyeceğim yerler. Bahçeleri hayal etmiyorum özellikle, bahçeler sadece oradalar. Ben istesem de istemesem de. İçlerinde şarapçılar, genç aşıklar, evsizler var. Kafamda hiç ummadığım anlarda dertlerini duyduğum insanlar. Bazen bu benim olmayan dertlere de canımı sıkarım. Hatta anlamadığım
dertler var kafamın içinde fakat ateşimin çıktığı çocukluk günlerimde sezdiğim. Hiç duyulmamış henüz icat edilmemiş dertler değiller elbette ama bana özel olduklarını düşünmek, zihnime sızan bir başkalarının olmadığını sanmamı sağlıyor.
Son zamanlarda esrik esrik sokaklarda gezerken buluyorum kendimi, genelde bana eşlik eden sadece etrafımdaki uğultular. Kendi zihnimde kalmanın ücreti, ömür boyu anlatmaktan şevk duyacağım tüm anıları kendi aklıma kira niyetine vermek sadece. Kafamdaki tüm bu öyküler beni paramparça ediyor bende onları açık havada hatırlayıp birazını geride bırakıyorum. Açık hava da öylesine işte... Kara kara dumanlar, o koca kahverengi toz tabakası,
boğazımı yırtan ozonlu boktan nefes; Pantolonumun yırtık dizinden giren hava, ıslak koltuk altlarım ve yanan şakaklarımda hissettiğim ateşim; şehrin atmosferi ve sevimsizliği ile o kadar uyumlu geldi ki bir anlığına kendimi de şehrin bir parçası sandım. Şu Ulus'taki heykel gibi.
Şehrin ışıklarının altında, başım dönerken boğazımda özenerek sigaraya başladığım yılların pişmanlığı ve kuru havanın yarattığı yaralar var. İnce sigaralarımdan birini kurumuş çatlak dudaklarımın arasına yerleştirdim ve elimde oynadığım metal çakmağı çaktım. Boğazımın yanıklığına iyi gelmesini umuyordum. Sokaklarda, kalabalıkların içinde kendini unuttuğunu iddia edenlere inanmak isterken sigaranın ciğerlerime dolmasını bekledim. Tam yanmadığı için metal çakmağımın taşını yine çaktım fakat fitili tutuşmadı. Hızlı nefeslerle sigaranın ucundaki o gecenin karanlığında parlayan ince koru yaşatmaya çalıştım. Yavaş yavaş hali hazırda sahip olduğum yorgunluk üzerime çöktü ve tüm ağırlığını sol omzuma verdi. Şimdi yerde oturuyorum. Ayaklarımı uzattım ve karşımdan geçen Ulus-Seyran dolmuşlarını dinlemeye başladım. Sıhhıye'den geçmeyen ama ısrarla: "Sıhhıye'ye gider mi?" Diye sorulan o dolmuşlar işte. Hani o nereye giderse gitsin Mithatpaşa'dan geçen dolmuşlar nerede? Bir anlığına artık ayağa kalkamayacağımı sezdim. Göğsümde, hatta sol kolumun tam üstünde kırk develik bir bedevi kervanının ağırlığını hissediyordum. Gözlerim karanlıklar içinde kayboldu ve kulaklarım toprağın altında ezildi. Her şey kafamın içindeydi ama o bahçedeki insanların derdi de susmuştu. Hatta bahçeyi de seçemiyordum. Sanki bir esinti zihnimi aydınlatan muma doğru esiyordu. Mum ateşi yavaş yavaş kısıldı... ve söndü.
Comments