Açık, koyu turkuaz ağaçların ve gökyüzüne parmak uçlarını değdirmeye yeltenmiş çalıların arasında, bordo üniformalı çamların irili ufaklı birlikler kurduğu, sadece çok az insanın haberdar olduğu bir ormanda, annesiyle birlikte yaşıyordu bu fütursuz çocuk. Henüz bu çocuğun, hikayenin asıl karakteri mi olacağı yoksa yan karakterin gölgesine kamp kuracak umutsuz bir tip mi olacağının belli olmadığı zamanlarda; sıradan bir ırak diyardan beklentilerin seramik çaydanlık ve duman çıkaran bir sobadan ibaret olduğu yakın dönemlerden birinde yaşıyordu. Civarda, aynı kısalıkta simetrik fıstık yeşili çimleri ve düzenli çitleriyle reklamlardan fırlamış gibi duran bir Sırp kasabası olsa da, bahsediyor olduğum genç ve sevgili annesi bilinmezliğin ortasındaki nostaljik hayatlarını seviyordu. Erkenden besbelli ana karakterimiz sizin de bir süre sonra gözlemleyebileceğiniz bir yerden, bir kaç metre uzaktan incelediğimden dolayı ismini tam olarak duyamadım ama o uçsuz bucaksız beyninize, çoğunuzun bir kenara bıraktığı hayal gücünüzle D ile başlayan bir Sırp ismi getirebilirsiniz. Sevgili D, dış görünüşünü anlatmaya lüzum görmediğim sıradan bir Sırp genciydi. Kasabaya, her gün okula giderek kasabalı lanet çocuklarla iletişim kurmak zorunda olmadığı için mutluydu. Kendini, annesinin ona öğrettiği okuma yazma ile tek okurlu gazeteciliğe ve doğuştan bahşedilmiş desem yalan olacağı resim çizme hobisine adamıştı. Gece gündüz demeden, doğayı olabildiğine romantik ve ilgi çekici bulduğu her an kendini dışarı atar, gördüklerini küçük esmer sayfaları olan sevimli defterine aktarırdı. Ama Sevgili D sıradan veya sahtekar bir gazeteci değildi. Sayfalara karınca yuvalarının içinde olup bitenleri, ilginç renkleriyle kısacık ömürlerini korkutucu olmaya harcayan kelebekleri ve tuhaf şekillerde yere bükülmüş bel fıtıklı kadim ağaçları yazardı. Gözlerini yeterince zorlarsa, uzaklarda sarı noktaların yeşile bezendiği hardal tarlalarında çalışan Soykırımın onuruyla yaşayan odunsu çiftçileri ve beyaz tenleri üzerindeki sinirli dikenleriyle kömür saçlı teyzeleri fark ederdi. Tabii bunlar onun için sağcı bir gazetenin maaşını düzenli alan köşe yazarının umulduk yazılarından biri kadar sıkıcıydı. Sevgili D, gök yüzünde uçuşan orman ruhlarının gaz sancılı nefes alıp verişlerini duyardı, defterine dağ şahininin dertli aile hayatını yazardı. Her yazısının yanına gördüklerini ustalıkla çiziktiriverirdi. Bu çizimler şuanda size karalamaymış gibi gelmiş olabilir ama Sevgili D’nin annesinin eski bir ressam olduğunu bilseydiniz fikriniz değişebilirdi. Sevgili D’nin annesi, çocuğunun resim ve boyalar arasında büyümesi, gördüklerini resimle ifade etmesi için çok uğraşmış ve bir gün bu konuda usta olacağını anlayana kadar her gün oğluna çizimler yaptırmıştı. Kendisi gençken çocuğunun da resime ilgi duyacağını biliyor olsa da bu yazma merakının nereden geldiğini anlayamamıştı. Ah o kimseye iyiliği dokunmamış sonra da körü körüne erkenden ölmüş gitmiş kocasının yazmaya gram ilgisi olmadığına o denli emindi ki! Sevgili D’yi gururla tek başına büyütmüş ve bu kadar şanslı olduğu için her geçen gün içten içe sevinmişti.
Sevgili D, bir bahar ayının haftanın hangi günü olduğunu bilmediği bir sabahında, güneş daha yeni yeni saçlarının kızıl uçlarını maviye çalarken kendini dışarı attı. Gece nedensizce kalkıp büyülenmiş gibi camdan parıl parıl yansıyan tuhaf ışıkları izlemiş ve ne olduğunu düşünemeyecek kadar sersem olduğundan tekrar uykuya dalmıştı. Sevgili D’nin inatçı hafızası ise sabah güneş doğarken beyninin görme bölümlerini dürte dürte rahatsız etmiş ve gördüklerinin sahte bir rüyadan ibaret olmadığına Sevgili D’yi ikna etmişti. D, annesini uyandırmamak için parmak uçlarıyla vernikli ahşap zeminde tin tin sesler çıkararak, gıcırtılı eski demir kapıyı fazla sinirlendirmeden sırtıyla iteleyerek kendini dışarı attı. Saçları karışmış, gözleri kısık kısıktı. Ayaklarına hızlıca geçirdiği siyahlı lacivertli eski ayakkabısı ve dün geceyi kağıda yansıtırken üzerinde uyuyakalmış olduğu gömleğiye onu içine hemen alıvermiş doğanın saçlarından süzülen hafif esintili soğuk nefesi D’nin soluk yüzüne çarptı. Cebinde minicik çizim defteri ve elinde, el yapımı kalınca gri sayfaları ile günlüğü vardı, gözlerinde ise dün gece gördüklerinin gerçekliğine herkesi inandırabilecek derecede güçlü bir ışıltı… Ormanın kalbindeki en lezzetli yaban çileklerinden kopardı, oyalandı, etrafı defterlerine anlattı, ormanın üvey çocuklarının kenarlara bezelediği zehirli mantarları inceledi, huzursuz örümceklerin ellerindeki çoktan göçmüş yusufçukları andı, bir tırtılın cenaze töreninden paylarını alan karınca ordusunu gönülsüzce selamladı. Ormanın tek ve özel gazetecisi herkesin ilgisini çekmişti. Çalılar yol verircesine kenarlara yuvalandı, şuursuz çocukları ezilmesin diye çocuklarının önüne yuvarlandı anne taş, Sevgili D’ye derdini anlatmak için kendini öne atan tilkiler ve boşboğaz köstebekler geçip gitti. Palavra sallamaktan sıkılmayan yaşlı sincaplar hava kararıp gece ormanın hakimi olana kadar kafasının etini yedi. Sevgili D artık tam yorulmaya başladığını düşünürken ise önündeki çamurlu çirkin patikanın sonunda oldukça fakir ve eski görünen derme çatma bir kulübeden mavili yeşilli ışıkların etrafa yayıldığını gördü.
Genç gazeteci kalbi için bu görüntü fazlaydı, sanki akciğerlerinin altına usulca mum yakılmış gibi hızlı nefes alıp veriyordu. Ayakları artık onun için yeterli değildi, olup biteni gözlemlemek için o evin içine uçuvermek istiyordu. Büyük adımlarla, insan ayağı görmemiş çamurlu yolu aynı bakirlikte bırakıp üzerinden zıplayarak evin sınırlarına girdi. Koşarak koyu siyah demir kapının önündeki orada uyumaya pek alışmış tokmağı iki eliyle zor kaldırarak birkaç kez kapıyı çaldı. Önce açan olmadı, D meraktan pencerelere koşup içeriyi görmeye çalıştı ama camlar tozdan ve kırıklardan buğulanmış içeriye doğal bir perde oluşturmuştu. Pes etmeye hazır değildi, kapıya tekrar ulaştı ve ağır tokmağı kavramaya çalışırken bir anda örümcek ağları üzerlerindeki yemek artıkları ile yıllar boyu duvar kenarlarında komşu olmuş yosun ve toz parçaları, hatta torunlarının aylar önce cesedini aramayı bıraktığı ölü bir peygamber devesi; kapının açılmasıyla etrafa saçıldı. Ortamı; bir anda tüylerin çıkış yerlerini nokta nokta yapan, iç üşüten bir esinti kapladı. Çevredeki uzun ince cansız çamları şöyle bir sallandırdı. Hemen ardından evin içinden gelen sıcak fırın kokusunun rüzgarın üzerindeki yolculuğu D’nin burnunda son buldu ve vücudunu damarlarından kemiklerine işleyen bir sıcaklık alıkoydu. Evin içinden kopup gelen morlu sarılı ışıklar sanki buraya acımasızca hapsedilmişçesine kapının sağından solundan, D’nin etrafından ve kollarının arasından gökyüzüne doğru sevinçle uçuştu. Sevgili D şaşkınlıktan ne yapacağını şaşırmış, sanatçı yüreği kuş gibi pırpır pırpır kafesine çarpıyor, henüz ne olduğunu anlamamasına rağmen kendine bu maceradan çıkacak eser aklına geldikçe gözlerini mutluluk suları sarmalıyordu. Son kez birkaç ışık huzmesi de kapı aralığından sızamadan kapının önündeki güçlü bir el D’yi hızlıca içeri çekti. Kapıyı hışımla kapattı ve ivedi adımlarla kulübenin odalarından birine doğru yürüdü. Adımları derme çatma evi zangırdatsa da evin koyu renk ahşaptan parkeleri ve üzerinde oyuklar olan çeşitli renklerde ahşap duvarlar bu küçük çaplı depremlere çok alışık gibiydi. Sevgili D, bu uzun boylu iri yapılı temiz yüzlü adamın ona zarar vermeyeceğini anlamıştı. Kendini bu minik ama olabildiğine salaş kulübeyi incelerken buldu. Geniş çok rahat görünümlü bir kanepenin tam karşısında içinde parlak alevlerin ip atladığı siyah dökümden bir soba vardı. Yerde öylesine serilmiş gibi duran kırmızılı siyahlı çeşitli pagan sembolleriyle dokunmuş kilim ve kilimin etrafına saçılmış el yazması sayfalar, mektuplar, zarflar, günlük parçaları ve betimlemeler sanki yere basmak yasakmış gibi parkeleri görünmez kılmıştı. Cüce sobanın üzerinde fokurdayıp duran tencere şapkasını alnının üzerine şöyle bir itip tıngırdamaya başladığında, hem D hem de kulübenin sahibi birbirlerinin farkına varıp sobanın önünde bakışıp kaldılar. Sevgili D, heyecanına yenik düşmüştü, sorulacak bunca sorusu varken ağzını açıyor ama tek bir kelime bile boğazından kurtulup da havaya karışamıyordu. Adama doğru bir adım atıp sohbeti başlatmayı amaçlarken, çocuğun ona doğru gelen hızlı manevrasına karşı kafasını elleriyle korumaya alıp hızlıca geri çekilen adam bir kaç saniye öylece bekledi ve karşısındaki fal taşı gibi kocaman gözlü çocuğu ürküttüğünü fark edip kendi kendine üzüldü. Sanki yaptığını telafi etmek ister gibi, tencereyi görünmez eldivenleri varmışçasına az önceki korkudan eser olmadan tutup, elinde getirdiği kemik gövdeli geniş kupalara doldurdu. Mutfağa bir adımda ulaşıp D’nin henüz ne olduğunu anlayamadığı tane tane yanık görünüşlü parçaları, yerden aldığı bir kağıdın üzerinde yumruğuyla ezip ufaladıktan sonra kupalara doldurdu. Yamuk yumuk olmuş tatlı kaşıklarını kupalara koyup küçük birer hortum oluşturana dek karıştırdı, sonra da kupalardan birini önündeki merak dolu gözleri ve tırsak görünüşüyle genç çocuğun eline tutuşturdu. D’yi kanepeye adeta iteledikten sonra çevreye azıcık sarsıntı yaşatarak kanepenin karşında, yere kilimin üzerine oturuverdi.
“Bayım, benim adım D…”dedi genç oğlan hafifçe titreyerek. Ben tam bu sırada sobanın yanındaki şanssız dolapta bulunduğumdan cümlenin son kelimesinde kafama eski bir çivi düşmesi üzerine besbelli ana karakterimizin ismini duyamamıştım. “Sizi rahatsız ettiğim için özür dilerim ama gece buradan etrafa yayılan renkli ışıkların kaynağını bulmalıydım.”
“Tamam.” Dedi iri yarı adam sarışın saçlarını eliyle karıştırırken. Özel bir yorumu veya fikri yoktu. Adam, D içeri girdiği ilk saniyeden çocuğun Sırp olduğunu anlamıştı, çocuk konuşmaya başladığındaysa en son yıllar önce duyduğu Sırp lehçesinin getirdiği kötü anılar bir anda zihinde yeniden ön klasörlere alınmıştı.
“Bu ışıklar neyin nesi bayım?” Dedi meraktan delirmiş genç. Şaşkınlığı hala üzerindeydi. Annesinden kendine geçmiş bir ruhani inancı olsa ışıkların arasında kaldığı o anı meleklere ve kutsal ruha bağlardı ama ne aklına ne de hislerine o anki tecrübeye benzer bir düşünce geliyordu.
“Sen kimsin?” Dedi iri yarı adam soruyu duymazdan gelerek. Sırp lehçesine ve uzatılan harflere karşı hafif bir kızgınlık yaşadı içten içe, ama karşısında genç çocuğun gözlerindeki masumiyeti gördüğünden hikayesini dinlemek istemişti. Sevgili D çok da uzun olmayan ömrünü kısaca özetledikten sonra adama ışıkları sormak yerine aynı soruyu yöneltti.
“Bayım, siz kimsiniz ve neden burada tek başınıza yaşıyorsunuz?” hafifçe nefes aldı. “Ve bu içtiğimiz şey tam olarak nedir?”
İri yarı adam çocuğun lehçesini duydukça kalbine oklar saplanır gibi hissediyordu. Önündekinin her şeyden habersiz masum ve meraklı bir genç olduğunu unutmamak için kendi kendine sık sık tekrarlıyordu. Derin derin nefes aldıktan sonra çocuğun gözlerinin içine bakıp; Boşnak-Sırp savaşında eşi ve çocuklarından ayrılıp alıkonmuş esir olarak Sırbistan’a götürülürken iriliğinden yararlanarak kaçmış bir Boşnak askeri olduğunu, ormana saklanıp savaşın bittiğinden yıllarca habersiz kalmış bir şekilde bu küçük kulübede yaşadığını ve sadece buradan gelip geçen yolculardan ve kulübeyi şans eseri keşfetmiş gezginlerden haber aldığını anlattı. Ani hareketlere ve çocuğun suçsuz konuşma şekline karşı durdurulamaz bir ürperti duyuyordu. Sevgili D, olup bitenleri çocukluğu boyunca barışçıl sanatçı annesinin bohem hayat tarzının da beraberinde getirdiği bir Boşnak taraflılığıyla dinlemişti. Gözü dönmüş bir Sırp askeri olan babasının gidişi ile ilgili dinlediği tek hikaye de sinirli bir tonlama ve ne olmuşsa olmuş tarzı bir mimikle biten yarım yamalak bir açıklamaydı. İri yarı Boşnak adamın görünüşüne aldanmadan gözlerinin dolu dolu olmasına dayanamadı, neredeyse adama yanaşıp teselli edecekti ki adamın hala ani hareketlere karşı umutsuz bir korku duyduğunu hatırlayıp geri çekildi. Tuhaf bir sessizlikten sonra Boşnak adam gözlerini tırnağının ucuyla siliverdi ve D’ye kocaman gülümsedi. “Sana yeşil mercimek kavurmasıyla kahve yaptım.” diye kahkahalara boğuldu. “Savaşta kahvesiz kaldığımızda kampta bulduğumuz bir teknikti ama bu ağaçların arasında da benim için savaş pek bitmiş sayılmaz.” İri yarı olmasına rağmen çocuksu bir gülüş ve gevrek bir kahkahaya sahipti. Karşısındaki Sırp yüz ifadesine 20 sene öncesinde nasıl güvendiyse aynen öyle güven dolmuştu. Onun samimiyetini fark eden D, fısıldayarak adama merakını giderecek soruyu yöneltti : Bu ışıklar neyin nesi?
Boşnak adam çok büyük bir sırrı açıklarcasına ayağa kalktı, çocuğun yüzüne yaklaştı, iri ellerini bacaklarına koyarak hafifçe eğildi ve D’nin kulağına doğru “Onlar senin gibilerin hikayeleri…” diye fısıldadı. “Ben senin gibi gezginlerin, maceracıların, yolu buraya düşmüş yazarların, kayıpların, kaybedenlerin, zulme uğrayanların, anlatacak bir hikayesi olanların, evlerine giden gurbetçilerin, evlerinden çıkmış seyyahların tesadüfen bulduğu bir yazarım. Sizlerin hikayelerini toplarım, sizlerin hikayelerini kağıtlara dökerim, saklarım. Sizin hikayeleriniz birer ışık huzmesi olup dolaplarımda saklı beklerken, yazdıklarımı salıverip barışın hüküm sürdüğü bu ormanda özgürlüklerine kavuştururum. Ben sizlerin hikayelerini yazarım ama kimse ormanda yaşayan kimsesiz Boşnak askerin hikayelerini yazmaz… Umudum şudur ki bir gün kaçıp giden hikaye ruhlarından birisi beni anımsar.”
Sevgili D’ye doğru uzandı ve çocuğun omuzlarına iri elleriyle tutunduktan sonra kendine doğru çekerek sımsıcak kucakladı. D, kendisine sarılmasının ruhundan çekilen bir ışık huzmesini almak için mi olduğunu yoksa gerçekten duygulandığı için mi olduğunu anlayamadı ama şiirsel yüreği pıt pıt atıyordu. Ruhundan çekilen ışıkların ne renk olduğunu düşündü genç merakı. Yazılarına yeni arkadaşının hikayesini ekleyeceğine emindi ama kendinden önce başka bir hikaye ruhunun uçup da bu işi ondan önce yapabileceğinden de şüphe duyuyordu. Huzurla yere bıraktığı yeşil mercimek kahvesini eline alıp yüz buruşturucu bir yudum aldı ve eskiz defterine odayı şöyle bir çizmeye başladı. Çizdikçe duygulandı, çizdikçe zaman geçsin istemedi. Kanepeyi çizdi, duvarları çizdi, sobayı çizdi, sobanın yanındaki eski dolabı çizdi ama dolabın içindeki bendenizi çizemedi. Ben de onun gidişinden kısa bir süre sonra özgürlüğüme kavuştum, belki de Sevgili D henüz iri yarı arkadaşımın hikayesini yazamadan ben hem onun hem de D’nin hikayesini yazdım.
İşte böyle Sevgili D, sevgili okurlar ve ormanda yaşayan çekirge ailesi…Ben o dolapta yaşayan kilitli bir hikayeydim, benim hikayem yazılmıştı, benim hikayem okunmuştu. Şimdi sıra onların hikayesinde..
Commentaires