top of page
Ara
Naz

Çatıdaki Ayılar ve Ormandaki Cinler

Eğimi çocuk boyda biri için fazlaydı bizim köyün. Tarlada kestane toplamaya çıktığımızda

sihirli bir ormanda bulurdum kendimi. İşten yırtmak için olacak, kendime oyun arar, kestane

işini büyüklere bırakırdım. Koca koca ağaçların altına toplanmış kestane kabilelerini

ailelerinden ayırırlardı bizimkiler. Saatlerce sürerdi bu işlem. Akşamına ortalık yerde ateş

yakar, kestane kebaplarımızı yerdik. Ben hep çiğ severdim kestaneleri. Süt dişlerimle ince

deriyi kırar içindeki aktan meyveyi yerdim. Çok yersem karnım ağrırdı. İs kokusu da kestaneyle ortak olur başımı ağrıtırdı bazen. Karne gününde aldığımız yeni ayakkabılarımı giydiysem o günlerde, akşamına mutlaka çamur olurlardı ( bu çamurları çürümüş turuncu yapraklar da takip ederdi zaman zaman). Anneannem köydeki çizmelerden birini geçirmemi isterdi ayağıma ama ben onlardan korkardım. Hayalet çizmeler gibiydi onlar benim gözümde.

Biz orada yokken ormanın yukarılarından evimize inen cinler giyerlerdi onları. Bazense

çatımızda gizlenen küçük ayının ayağına geçirmeyi çalıştığını bilirdim onları. Anneanneme

kızardım içten içe. Onların da giydiği çizmeyi bana nasıl layık görürdü diye. Ben bu inadımı

kenara bırakamaz yeni ayakkabılarımı giyerdim. Sonra kestane kebap saatinde annemi biraz

sıkıştırır, ayakkabımı sildirirdim. Çatıdaki ayı beni izler ve dalga geçerdi bu anlarda. Her sonbahar tekrar etti bu döngü kendini. Bir süre sonra sonbaharlar kışa döndü. Ve benim

yerim, zamanlarım değişti hikayelerimde. Botlarımın altında ezilen karlar memleket değiştirdi, göçmenleşti.


İstediğim kadar sonbahar geçti aralarından


Bir kara delikten atıldım. Gökyüzü bisikletinin pedallarını çevirirken düşüp dizini kanattığında oluştu bu kara delik ve beni iyileşince hemen fırlattı yeryüzüne. Siyah bol bir kaban giyiyordum yeryüzünde. Adım atmak çok bir şey ifade etmezdi yeryüzünde. Yani yürüyebildiğiniz için sizi tebrik eden ve yüzleri gülen insanlar bulamazdınız. Bazen oturup

düşünürdüm. Parmaklarımın tuttuğu kalem, her sabah kalktığımda el yordamıyla bulduğum

gözlüğüm ve midem asaletli görünsün diye ağzıma attığım birkaç lokma (hiçbir zaman ana

sütü değildi) dışında beni insan yapan neyim var diye. Sonra tam isyan edecekken gözlerim

dalardı. O an bir kişinin daha gözleri bir yere dalmak isterdi ve aynı ama başka bir kara delikten içeri atardık kendimizi. Birbirimizin aşığı olurduk. Saçlarını kulağının arkasına atmasını kıskanırdım. Orada durmalarını istediği için dururdu saçları. Bu eylem beni daha da yalınlaştırır, bir anda göbek bağım kesilmeden önceki gibi sıkı sıkı tutunur, köle ederdi beni.


Kara delikleri evlerine yolladım


Bu yol artık eğimli değil. Köşedeki tuğladan evde bir aile oturur. Perdeleri hiç kapanmaz o

evin. Sokağın zamanı evin içine girmeye çalışır ama pencerelere çarpar her seferinde. Loş

ışıkta yemeklerini yerler. Bu yemekler ateşte pişmez. Evdeki kimsenin başı ağrımaz. Yeni

ayakkabıların tatlarını alamazlar artık. Ormanın cinleri saklanmadan giyer artık çizmelerini.

Zaman daha yavaş akar, koşmayı bilmez. Ben evin önünden geçerken cebimi yoklarım. Eğer

önceki sefer cebime attığım kestane düşmüşse, hemen yerden birini daha bulur atarım cebime. Bazen elim gider kestaneme evin önünden geçerken. Onu ovaladıkça ovalarım. Geleceği gösteren bir fanus olsun isterim. Bazen tuğladan ev gözüme bir deniz gibi gelir, dalgasız. Kestanemi denize atayım, seksin isterim. Bazen evin çatısındaki ayıya yenilir, evin önünden geçip giderim. O bana güler, ben o evin önünden hala geçebildiğime gülerim.

141 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comentários


© Copyright
bottom of page